Baktım ve işte!

'Bu sergide bakma ve görmeye ilişkin dikkate değer bir düşünsellik varsa, bu aynı zamanda temsil kavramının da belirgin bir biçimde sorunsallaşıyor olmasıdır. Anlatı, araştırma, tarih yani metinsel olan nasıl temsile dönüşür?' Seda Yörüker, Hera Büyüktaşçıyan'ın Galeri Mana'da açılan 'Körler Ülkesinin Karşısında' isimli ilk kişisel sergisini yazdı.

SEDA YÖRÜKER

Hera Büyüktaşçıyan’ın Galeri Mânâ’da açılan “Körler Ülkesinin Karşısında” adlı ilk kişisel sergisi, kapsamlı ve katmanlı bir anlatıya temelleniyor. Bu anlatı bir yandan tarihin iz sürümüyle diğer yandan Hera’nın kendi kişisel hikâyesinden ve günlük yaşamından anlarla sarmalanıyor. Tarih (history) kelimesi, Yunanca araştırma anlamına gelen historia kelimesinden türüyor, onun bu sergide tarihle olan diyaloğu da araştırma eylemiyle doğrudan ilişkili duruyor. Hem büyük tarih hem de sanatçının kendi mikro tarihi sergide metaforik bir bağ unsuru olarak kullanılan halat ile sürekli birbirine bağlanıyor. “Gözlerim, / kat kat çözülen halatı / şimdi başka bir noktaya / bağlamaya başladı.” Hera bu sergide adeta kendinden yola çıkarak tarihe, tarihten yola çıkarak kendine varıyor.

İskele, 2014

Serginin açığa çıkan en belirgin kavramı kanımca mesafe fikri. Delfi kahininin sözünü dinleyen Megaralı Byzas’ın körler ülkesinin karşısındaki yeri bulmak için kat ettiği mesafe, Heybeliada’da yaşayan Hera’nın adadan İstanbul’a gidip gelme eyleminde ortaya çıkan mesafe –ki notlarında aradaki Burgaz durağı özellikle öne çıkıyor, gene onun bu serginin içeriğinde önemli bir yer kaplayan İstanbul-Venedik arası kat ettiği mesafe, Venedik ile İstanbul’daki okulu Mıhitaryan Okulu’nun (Özel Pangaltı Ermeni Lisesi) temellerinin atıldığı San Lazzaro Adası arasında kat ettiği bir diğer mesafe.

Mesafe bir bakış meselesi. Hera, daha önce Münih ve Stockholm’de gerçekleştirdiği rezidanslarda bu bakış meselesi üzerine düşünmeye başladığını çeşitli yerlerde dile getirdi ve zaten o dönemdeki üretimlerinde de bunun etkisi ortaya çıktı. Ada’da yaşamak, kentten yani ana akıştan uzak olmak olarak düşünüldüğünde aynı zamanda bir mesafe almak anlamına da geliyor. Çok basit: Bir şeye çok yakından bakarsan göremezsin. Avucunu burnuna daya ve bak! Heybeliada’da yaşamak ve İstanbul’dan fiziksel olarak uzak olmanın farkındalığı, sanatçıya zihinsel bir mesafe sağlıyor ve bu mesafe bakma / görme olgusuna ilişkin düşünsellikler üretmesine olanak veriyor. Sonuç: Çeşitli mekânların ve tarihin içinde yol almalar. Hareket. Peki, Hera’nın içinde yaşadığı ada ile olan mesafesi nasıl? Ona bu denli farkındalıkla bakıyor ve anlatılar çekip çıkarıyorsa, adaya da belli bir mesafeden bakıyor olabilir mi?

Ada, sadece bir yer değil, bir fikir olarak da sanatçı için merkezi bir unsur olarak gözüküyor. Serginin anlatısına baktığımızda kendisi de bütünüyle o merkezde ve mesafede konumlanıyor. Ada ile Hera arasında bir geçişkenlik oluşuyor. Bu serginin çıkış noktası ve nihayetinde bize ulaştığı hali: Sanatçının kendi etrafında dönmesi ve dünyaya yayılması! Adadan yayılan titreşimler. Hera’nın hikâyesi. Bu eksende bakıldığında görmek için gerekli olan o mesafe kendini koruma, yalıtma (adalaşma) anlamına da mı geliyor? Sergi yer yer bunu sordurtuyor. Sanatçının sergideki metinsel üretiminde adanın fazlasıyla farkında olunan; bakılan, üzerinde çalışılan bir yaşam alanı olduğu açık, ama o yaşam alanı soyutlaşarak bir kavrama ya da adeta ele geçirelemez bir forma dönüşüyor. İlginç olan bu. Bunun en iyi göstergesi ise sergide adayı doğrudan temsil eden neredeyse hiçbir şeyin olmaması. Ada ve mesafeler bu sergide bir düşünce olarak var.  

Düz çizgisel bir kurgusu olmayan, şiir ve hikâye dilinin birlikte aktığı metinsel üretiminde Hera’nın “Vapur hızını azalttı. / Sanırım Burgaz iskelesinde / başka bir vapur var.” gibi notları var. Bir adalı olarak konuşuyor. Günlük yaşam içindeki sıradan görüntülere belirgin bir farkındalıkla bakıyor. Oradan San Lazzaro Adası’na geçiş yapıyor. Bu sergi bir deniz serüveni. Bunu, su çizimiyle müdehale edilmiş fotoğraf serisi hatırlatıyor. Denizden gelen suyun sarıp sarmaladığı kentsel mekânlarda ve mimarilerde su adeta zamanın bir göstergesi olarak işliyor. Bir deniz ülkesinde ve pek çoğumuz bir deniz kentinde yaşıyoruz. Deniz üzerine ne kadar az üretim ve düşünce var. Az mı hisediliyor yoksa o! Su. Bu sergi bunun farkındalığına da yol açabilir nitelikte. 2012 yılında galeri mekânının içinde barındırdığı ayazmayı ortaya çıkarıp onun üzerinden bir iş gerçekleştiren sanatçı, bize İstanbul’da yerin altında kalmış bir şeyler olduğunu fısıldamıştı. Galeri mekânındaki araştırması sonucu günyüzüne çıkan; suydu. Bu sergisinde ise halatı oraya atması büyük bir jestti.  

Hera Büyüktaşçıyan’ın sergisinde bakma ve görmeye ilişkin dikkate değer bir düşünsellik varsa, bu aynı zamanda burada temsil kavramının da belirgin bir biçimde sorunsallaşıyor olmasıdır. Anlatı, araştırma, tarih yani metinsel olan nasıl temsile dönüşür? Bütün bir Hristiyan ikonografisinin ve paralelinde sanat tarihindeki büyük bir resim belleğinin de temel meselesi bu olmuştur. Hera’nın sergisindeki işlere baktığımızda bellek fragmanları şeklinde anlamalanan temsiller görüyoruz: Halat, balkon, İstanbul-Venedik tarihi hattında bahsi geçen küçük somaki ayakkabı bunların en belirgini. Üçü de neredeyse ikonografik unsurlar. Görünenin ötesindekini görmeye olan vurgusu paralelinde düşünülmesi gereken üretimler. “Adalar genelde göründükleri / kadar ıssız değillerdir.” Ah, o çok zor soru: Görünenin ötesini nasıl göreceğiz, göstergeleri nasıl okuyacağız! “Sürekli denize bakanlar ufkun / ötesine geçebiliyorlar mıdır?”

Kişise Özgü Balkon I, 2014

Daha önceki işlerinde eve ait nesnelerin önemli bir yeri olduğunu görmüştük; halı, masa, kapı tokmağı, guguklu saat vb. Bu nedenle bu sergide geçmişe ait bir unsur; gıcırtılı ahşap ev zeminini temsil eden eserde kullanılan masa aksamları dikkat çekici. Galeri mekânının çeşitli yerlerine bırakılmış, serginin en vurucu ve estetik açıdan en kırılgan işi olduğunu düşündüğüm balkon demirleri de önemli bir ev imgesi. Ev ile sokak arasında bir aradalık, dışarıya belli bir mesafeden bakma unsuru. Aynı zamanda bir set, korunaklı bir alan. Ama tüm bu anlamları dışında o demir aksamlar başlı başına çok yabansı, çok ele geçirilmez; hem temsilin içinde hem de ondan çok uzak. İşte bu yüzden serginin en güçlü işi. Açık bir biçimde ev ya da durduğun yer fikri bu sergide belirgin bir biçimde açığa çıkıyor. ‘Halat atmak’ da bir yere konumlanmak değil mi?

Hera’nın küçük boyutlu çizimlerini küçük boyutlu balkon aksamlarıyla galeri duvarlarına yerleştirdiğini görüyoruz. Çizimler, balkon çizimleri. Bana kalırsa tek başına çok dokunaklı olan bu çizimler sergide fazla, çünkü fazla sevimli. Kuşkusuz bunların balkon metaforunu tutkusal boyutta tekrarlıyor olması değerli ama sergide özellikle halat ve balkon demirleri gibi daha kapalı ve incelikli işlerle zıtlık yaratıyor. Bu durum, belki de sanatçının arzu ettiği bir şey. Benim burada sorguladığım ise bir sergi kurarken (en) az olanda kalmak mümkün mü, sorusu.

Onun sanatsal düşüncesinde görünenin ötesini görmek gibi çok temel bir fikir var. Görmek için bakmaya, bakmak için mesafeye ihtiyaç var. Bu serginin hikâyesi ve bellek fragmanları biçiminde üretilmiş işleri, cümleleri ortaya dağınık bir şekilde saçılmış. Temsil kendi varlığı ile daima yokluğu hatırlatır. Gerisi bize kalıyor. Sergi mekânının ortasındaki halat belki de bu yüzden var.

Kategoriler

Şapgir