Romantik şarkıların delikanlısı Aznavour

Müzik yazarı Derya Bengi, geçtiğimiz günlerde 90 yaşını bitiren Charles Aznavour’u Agos için yazdı.

DERYA BENGİ

Yıl 1959’du, küçücük bir gazete ilanı müjdeyi veriyordu: “Halen Fransa’nın en meşhur bestekâr ve şarkıcısı Charles Aznavour 7-11 Mart’ta Kervansaray’da.”

İstanbul Elmadağ’daki Kervansaray, dört ayrı sahnesi ve lokantasıyla 50’li yılların en büyük, en lüks alafranga kulübüydü. Yüzü Avrupa’ya dönük yeni burjuvaziyi mıknatıs gibi çekiyordu. ‘Je m’voyais déja’ şarkısıyla, geç gelen şöhretinin henüz ilk etabını koşan Aznavour, ondan dört yıl sonra, repertuarına ‘Les deux guitares’, ‘Esperanza’, ‘La Mamma’, ‘Il faut savoir’ gibi hitleri ekleyerek kentin jet sosyetesinin kalbini yeniden fethedecekti. Yıl 1963’tü, ilan bu kez daha iddialıydı: “1 numaralı süper velet Charles Aznavour kendi orkestrasının refakatiyle, 12 Nisan’da, bir tek gala gecesi Taksim Belediye Gazinosu’nda.”

‘La Mamma’yı Fecri Ebcioğlu’nun sözleriyle ‘Annem’ adıyla plak yapmaya hazırlanan Zeki Müren de Taksim Belediye’yi tıklım tıklım dolduranlar arasındaydı. Dedikodu sütunlarında Aznavour’un İstanbul’da felekten bir gece çaldığı, Dağ Kulüp senin, Kulüp Reşat benim dolaştığı, Ümit Yaşar Oğuzcan, Leyla Sayar gibi ünlülerle sohbet ettiği, rakı içtiği, Türkçe küfürlerin çoğunu bildiği, Gaskonyalı Toma meyhanesinde çiftetelli çalarken “Haydi bakalım göbek” diye neşeyle bağırdığı yazıyordu.

‘Dikkafa’ Charles

Dönemin Türk basınında Aznavour’un Ermeniliği sempatiyle vurgulanıyor, ama ailesinin yaralı geçmişi bir kalemde geçiştiriliyordu: İzmitli annesiyle Gürcistan’dan gelen babası İstanbul’da tanışıp evlenmiş, sonra Fransa’ya taşınmışlardı. Sanki her şey kaderin hoş bir cilvesiydi. Oysa 1924 doğumlu küçük Charles büyüdükçe, Ermeniliğiyle Fransızlığını yarıştırırken, öncelikle ‘vatansız’ olduğunu fark edecekti. Annesi, İzmit-Adapazarı arasında, tütüncülükle geçinen bir köyde doğmuş, 1915 Büyük Felaketi’nde ailesinin çoğu ferdini yitirmişti. Tehcire uğramayan Kafkas Ermenilerinden olan babasıysa yoksulluktan düş-müştü göç yollarına. İkisi İstanbul limanında, uzaklara giden bir gemi kolluyordu. Nihai amaçları kapağı Amerika’ya atmaktı. Önce Selanik’e giden bir İtalyan gemisine bindiler. Charles’ın ablası Selanik’te dünyaya geldi. Sonra zor bela Marsilya yolculuğu. Ve ardından, genç çifti ABD hayalinden caydıran Paris: Charles’ın doğduğu, kıt kanaat doyduğu kent.

Aznavour ailesi 

Şark cephesinden şansonlar

Müzik, Aznavourian ailesinin can damarıydı. Annesi ve babası ekmeğini müzikten, tiyatrodan, danstan, lokantacılıktan çıkarıyordu. Evde bazen Ermenice, çocuklardan gizli Türkçe ve Rusça konuşurlardı. Bu renkli Paris evinden iki hatıra: Annesi Charles’a kızdığında Türkçe “dikkafa” diye homurdanırmış! Baba “Entarisi ala benziyor” türküsünü mırıldanır, Türkçe taşplakları, özellikle Müzeyyen Senar’ınkileri biriktirirmiş! Charles Aznavour, ‘Geçmiş Zaman Olur ki’ başlıklı anı kitabında, “annesiyle babasının modern Türkiye’yi kötülediğine hiç tanık olmadığını, çocuklarına hiçbir zaman Türk halkına karşı kin aşılamadığını” belirtiyor.

1960’ta François Truffaut imzalı ‘Piyanisti Vurun’da (ki Bob Dylan’ın bir Aznavour hayranı olması bu film sayesindeydi) canlandırdığı Charlie Koller karakteri, Charles Aznavour’un II. Dünya Savaşı yıllarındaki, hatta 50’li yılların ortasına kadarki sahne macerasının özeti gibiydi: Bir mahalle bistrosu çalgıcısı. Emekçi artistler karantinasının içinde gözlerini açmış, ondan keyif ve ilham almasını bilmiş, nerde akşam orda sabah yaşamıştı. Nitekim ilerleyen yıllarda yazıp bestelediği şarkılarda, bu sefil ama gamsız hayatı deşti. Derbeder sanatçı âlemine dair nostaljik çığlığı ‘La Bohème’ (1965) ve kadın kılığında striptiz yapan bir eşcinselin, “hani derler ya, bir homo”nun dramı ‘Comme ils disent’ (1972), bunlardan yalnızca ikisiydi.

Şöhrete erişene dek az külfete katlanmadı. Kabarelerde, kulüplerde, batakhanelerde dans, taklit ve şarkıcılıkla geçen çıraklık döneminin ardından, piyanist şantör Pierre Roche’la bir ikili oluşturarak, caz ve swing yönünde ilk bestelerini günyüzüne çıkardı. Edith Piaf’ın himayesine girdiğinde takvimler 1946’yı gösteriyordu. Kaldırım Serçesi’nin ilgisini ancak onun gibi bir sokak köpeği çekebilirdi. Piaf’la olan derin dostluğu, beraberinde müzikal başarı yerine bir hayat üniversitesi diploması getirdi.

Ustaları Charles Trénet ve Maurice Chevalier’ydi. Akranları sayılabilecek Brassens, Brel, Léo Ferré, Barbara, Montand ve Gainsbourg’la karşılaştırıldığında, onların çeperinde, varoşlarında, biraz ‘Şark cephesi’nde kalıyordu. Erken bir Georges Moustaki’ydi. (Ya da Moustaki geç bir Aznavour’du.) Fransa’da yüzbinlerce plak sattığında, resitalleri dolup taştığında yan gelip yatmak varken, daha küçük hedefler uğruna soluğu ABD, Almanya, Hollanda, İspanya’da alıyordu. Fransa, nazikçe de olsa ‘yabancı’lığının yüzüne vurulduğu bir ülkeydi. Ebedi ‘vatansız’lığını ‘dünya vatandaşlığı’yla değiştirmek istiyordu belki.

‘Süper velet’ten ‘Türk düşmanı’na

Şarkıları tangodan fadoya, çigandan boleroya, yedi iklimden izler taşıyordu. Peki Ermeni müziği? Babasından duyduğu Sayat Nova ezgileri içine işlemişti kuşkusuz. Öyle ki, teknesinin adı bile Sayat Nova’ydı. Ancak 1975’te, ‘Ils sont tombés’ şarkısıyla Ermeni kültürünün taşıyıcısı kimliği edindi: “Devrilip düştüler sebep nedir bilmeden / Çölde sürüler gibiydiler sendeleyip giden / Mahvoldular susuzluk, açlık, demir ve ateşten.” Şarkıda Türk sözcüğünü ağzına almadan, soykırımı ve soykırımın dinmeyen acılarını anlatıyordu. Bir anda bizim gazetelerde “milli haysiyetimize dil uzatan adam” oluverdi, İsmail Cem’in TRT’sinde hemen şarkıları yasaklandı. Türk diplomatlara yönelik can alan şiddet eylemleriyle arasına mesafe koysa da, kimlik ve tarih mücadelesi veren Ermeni gençlere doğru attığı her adım, burada yediği ‘Türk düşmanı’ damgasının tonunu daha da kararttı. Bundan böyle, fırtına varsa ‘kışkırtıcı’, hava durulduğundaysa yeniden ‘ihtiyar romantik şarkıcı’ydı!

Çocuk Charles köpeğiyle 

İki tarafın sağduyusu

1988’de, Ermenistan depreminden zarar görenlere yardım için 80’i aşkın şarkıcıyı bir araya toplayarak ‘Pour toi Armenie’yi seslendirdi. ‘Les fantômes du chapelier’ (Chabrol), ‘Viva la vie!’ (Lelouch), ‘Teneke Trampet’ (Schlöndorff) gibi filmlerde aldığı önemli rollerden sonra, 2002’de, Atom Egoyan’ın, soykırım günlerine eğilen ‘Ararat’ında başrollerden birini oynadı. Dünyanın en ünlü Ermeni’siydi artık. Barışçı, uzlaşmacı bir dava adamı.

1984’te Nokta dergisinin sorduğu “Siz Ermenilerin sağduyusunu mu temsil ediyorsunuz?” sualini “Ben her iki tarafın da sağduyusunu temsil ediyorum” şeklinde cevaplamıştı. Roll dergisine 2005 yılında şöyle diyordu: “Soykırımın tanındığı gün sokaklara dökülüp egoistçe bağırıp çağırmamak gerekiyor. Herkesin davetli olduğu büyük bir bayram olmalı. Türkiye’de de beraberce kutlanmalı.”

Aznavour 22 Mayıs’ta 90’ını bitirdi. Bu yaşında hâlâ sahnelerde, şarkıların peşinde. Köklerinin bulunduğu topraklarda bugüne kadar sadece birkaç gün geçirdi, o da on yıllar önce. Roll söyleşisinde “Ermenistan benim kaynağım değil. Benim iki kaynağım Türkiye ve Gürcistan. Oraya gelebilmem için Ankara beni resmen kabul etmeli. Çünkü Ermenistan’ın fahri elçisi statüm var. Diplomatik pasaportluyum. Ne zaman davet etseler hep film festivali veya konser için oluyor. Çok daha resmi bir davet bekliyorum” demişti açık yüreklilikle. Saygı, hürmet, ciddiyet, resmiyet istemek, 90 yaşındaki bu Anadolu bilgesinin en doğal hakkı. ‘Hier encore’ları, ‘Mourir d’aimer’leri, ‘Que c’est triste Venise’leri ve elbette ‘Ils sont tombés’yi falanca kulüpte, filanca gazinoda değil de, hakiki bir halk konserinde, huşu içinde, canlı canlı dinlemekse, bizim en doğal hakkımız, en büyük hayalimiz.

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik