Kökü İstanbul’da, dalları Paris’teki 135 yıllık çınara onlar su veriyor

135 yıl önce üç kadının kurduğu Tıbrotsaser eğitim kurumu, soykırım trajedisine rağmen Marsilya'da ve hala ayakta. Dokuz kişilik yönetim kurulundan altı kişi, bugünlerde, 135 yıl önce Tıbrotsaser Hayuhyats Ingerutyun’un kurulduğu İstanbul’daydı. Ancak, 1915’te aileleri yaşadıkları topraklardan koparılan bu insanlar için kolay değildi İstanbul’da olmak.

EVRİM KAYA
evrimkaya@agos.com.tr

Bundan tam 135 yıl önce, üç kadın, Takuhi Baltazaryan, Armanevi Minasyan ve Nuritza Simonyan, İstanbul Ortaköy’de, Tıbrotsaser Hayuhyats Ingerutyun (Okulsever Ermeni Kadınlar Cemiyeti) adında bir dernek kurdular. Amaçları, kız çocuklarına eğitim imkânı sağlamak ve taşrada çalışacak kadın öğretmenler yetiştirmekti. Bir başka şekilde söylersek, sonradan Türkçe literatüre, Reşat Nuri Gültekin’in ölümsüz eseri ‘Çalıkuşu’ adıyla geçecek olan, fedakâr, çalışkan ve içi sevgi dolu bir eğitimciler kuşağı yaratmayı hedefliyorlardı.

1881’de, Sultan Abdülhamid’in istibdat rejimi kendini iyice hissettirmeye başladığında, derneğin adındaki “Ermeni Kadınlar” ifadesi, “Kadınlar” (Dignants/ olarak değiştirildi. Tıbrotsaser’liler, sonraki yıllarda da, Osmanlı İmparatorluğu’nun yaşadığı tüm sarsıntılardan doğrudan etkilendiler. Kaderleri, halklarının kaderleriyle hep aynı zorlu yollardan geçti. Tanınmış pek çok Ermeni kadının, bu arada ünlü yazarlar, Sırpuhi Düsap, Zabel Yesayan ve Zabel Asadur’un (Sibil) yolu Tıbrotsaser’le kesişti.

1895-96’da Anadolu’nun her yerinde Ermeni katliamları yaşandığında, neredeyse tüm bölgeye yayılmış okulları olan derneğin faaliyetleri durduruldu. Ta ki 1908’de II. Meşrutiyet, yani Hürriyet ilan edilene dek. Tıbrotsaser üyeleri, sonrasında, 1909 Adana Katliamı’ndan ve 1915’te soykırımdan sağ kurtulabilen kadınlar ve yetimlerle ilgili yardım faaliyetlerinin örgütlenmesi için çalıştılar.

Hıripsimyan Kızlar Okulu 1910

1918-1922 arasında tüm Osmanlı coğrafyasında yetimlerin bakımı faaliyeti, pek çok çocuğun hayatta kalmasını sağladı. 1923’te, artık Türkiye’de kendileri için rahat çalışma ve yaşama imkânı kalmadığını görerek, pek çok yetimle birlikte önce Selanik’e, ardından da Marsilya’ya taşındılar. Artık memleketlerinden uzakta, yepyeni bir ülkede, acemisi oldukları koşullarla mücadele ederek sürdüreceklerdi hayatlarını. Marsilya macerası kısa sürdü ve 1927’de, Ermeni bir hayırseverin bağışıyla, Paris’in La Raincy banliyösünde satın alınan bir bina okula dönüştürülerek, Tıbrotsaser adıyla kullanılmaya başlandı.  

Tıbrotsaser Okulu, o günden bu yana, aynı binasında, çok sayıda öğrencinin yuvası oldu. Ermeniler arasında Ermenicenin kullanımı giderek azalırken, Tıbrotsaser öğrencileri anadillerinde eğitim almaya devam ettiler. Ancak Diaspora koşullarında, Ermeni toplumunun sayıca kalabalık olsa da son derece dağınık bir şekilde yaşadığı Fransa’da bir Ermeni okulunu ayakta tutmak kolay değildi. Fransa devleti okulun masraflarının üçte birini karşılasa da, zaman zaman ekonomik zorluklar, zaman zaman kalifiye eğitimci yetiştirmekte yaşanan sıkıntılar, Tıbrotsaser’in güç günler yaşamasına neden oldu. Öyle ki, bir dönem okulun öğrenci mevcudu 16’ya kadar düştü. Ancak sonra alınan tedbirler meyvesini verdi ve Tıbrotsaser şu an 245 öğrencisiyle geleceğe daha güvenle bakıyor.

Tıbrotsaser’in yönetim kurulu, okulun tüzüğü gereği sadece kadınlardan oluşuyor. Dokuz kişilik yönetim kurulundan altı kişi, Jeanine Vartanian, Catherine Manoudian, Andrée Minassian, Marie-Delphine Agababian, Ağavni Sarıkaya ve Liana Cancıoğlu, bugünlerde, 135 yıl önce Tıbrotsaser Hayuhyats Ingerutyun’un kurulduğu İstanbul’daydı. Bir anlamda köklere dönüştü bu. Ancak, 1915’te aileleri yaşadıkları topraklardan koparılan bu insanlar için kolay değildi İstanbul’da olmak. Üstelik, temsil ettikleri kurum da 1923’te İstanbul’dan ayrılmak zorunda kalmıştı. Aralarında bazıları yıllar sonra ilk kez Türkçe duyuyor, Türklerle temas ediyordu. Başta irkilten bu temas, saatler, günler geçtikçe karmaşık duygulara, kimi zaman kahkahalarla, kimi zaman gözyaşlarıyla dışa vurulan duygu yoğunlaşmalarına neden oldu.

Erzurum kız ogretmen okulu 1910

Kökleri İstanbul’da olan Tıbrotsaser’in mirasını Paris’te yaşatan, Baltazaryan’ların, Minasyan’ların, Simonyan’ların, Düsap’ların, Yesayan’ların, Asadur’ların izinden yürüyen, zor koşullar altında 135 yıllık bir kurumu ayakta tutan bu çalışkan ve hayat dolu kadınların hikâyelerini kendi ağızlarından dinledik. Onlarla konuştukça, 1915’ten sonra dünyanın dört bir yanına dağılan Ermenilerin macerasının sadece bir kurbanlık değil, aynı zamanda da bir direniş ve kahramanlık hikâyesi olduğuna inanmamak mümkün değil.   

Paris’teki Tıbrotsaser Okulu’nun yönetim kurulundan altı kadın, kurumun 135. yıldönümünde İstanbul’a geldi. Şehrin dört bir yanını ve 135 yıl önce Tıbrosatser, yani “Okulsever” kadınlar birliğinin kurulduğu Ortaköy’ü gezdiler. Feriköy Kilisesi’nde kurucuları için yapılan Hokehankist duasına katıldılar. Topluca Türkiye’de bulunmanın getirdiği karışık duygular içindeki bu altı kadının yanına eklendik ve Pazar ayininden önce duygusal, gürültülü, samimi bir sohbete daldık.

Emek ve sebat

Altı kişilik ekibin içinde iki İstanbullu Ermeni, üç Fransalı Ermeni, bir de Polonya asıllı Fransız yer alıyor. Kurtuluşlu Ağavni Sarıkaya, okulun tarihçesini anlatarak başlıyor söze: “1879’da üç Ermeni kadın tarafından Anadolu’ya Ermeni öğretmen yetiştirmek için Ortaköy’de kurulmuş okul. (“Ermeni Çalıkuşları” diyor Liyana Hanım gülerek.) O zaman sadece kızları kabul ediyormuş. Kurucuları öğretmenmiş. Abdülhamid zamanında bir süre kapandıktan sonra tekrar açılmış, 1915’ten sonra da tamamen yetimhaneye dönüşmüş. 1923’te bütün yetim çocukları toplayıp Selanik’e gitmişler, biz de bu tarihi araştırmak istiyoruz aslında. O dönem yetim çocukları kurtaran yabancı kuruluşlar, onlara kendi ellerindeki yetim çocukları da vermiş. 400 çocukla Marsilya’ya gitmişler, orada iki üç sene kalıp Paris’e geçmişler. Yardımsever bir zengin, bugün hâlâ içinde bulunduğumuz binayı almış. Paris’teki okulda okuyan kızlar evlenene kadar okuldan ayrılmazmış; başka bir evleri, ana babaları yokmuş çünkü. Okulda el işleri, halı dokuma, dikiş dikmeyi öğrenir, bu işlerle bir de okul için para kazanırlarmış. Amerika’dan vs. Ermeni erkekler gelir, buradaki kızlarla evlenip dönerlermiş. Bazıları da öğretmen olarak okulda kalmışlar. 1950’li yıllarda yetimhane olmaktan çıkıp yatılı okula dönüşmüş. Türkiye’den, başka yerlerden kızlar Fransızca öğrenmek için okula gelir, eğitimlerini tamamlar geri dönerlermiş. Ancak 1980’de 16 öğrenciye kadar inmiş sayı.”

Yönetim kadınlarda

“Yönetim Kurulu, tüzük gereği sadece kadınlardan oluşuyor. Erkekler yardım edebilir, üye olabilir ama karar mekanizmalarına giremezler diyor” Ağavni Hanım. “Feminist bir tavır mı?” diye soruyorum. “Hayır” diyor, “Kurulan derneğin tüzüğü öyle. Aslında başlangıçta feminist kadınlar vardı diyebiliriz. Yönetim Kurulu’nda Zabel Yesayan vardı mesela. Ama biz feminist değiliz.”

Bu konuda Ağavni Hanım’dan farklı düşünenler de var; örneğin başka bir İstanbullu, Liyana Cancıoğlu kendini feminist görenlerden. Sonuçta “Bu konuda herkes kendi karar verir” diyorlar. Polonya kökenli bir Fransız olan ve bir Ermeni’yle evlenip çocuklarını Tıbrotsaser’de okutan, kendisi de Ermenice öğrenen Andrée Minassian, “Okulun bir ideolojisi varsa pasifistliktir” diye ekliyor. Her biri, o dönemde, yani bundan 135 yıl önce İstanbul’da kadınlar tarafından, kadınlar için kurulan tek okulun Tıbrotsaser olduğunu vurguluyorlar. 

1980’de okulun yönetim kurulu, çevredeki Ermeni öğrencileri okula taşımak için bir minibüs satın almış. Bugün ise tam 12 minibüsleri ve 240 öğrencileri var. Anaokulundan son sınıfa kadar karma eğitim veriyorlar. Üç yaşında yuvaya giren bir çocuk, birinci sınıfa kadar bütün eğitimini Ermenice olarak alıyor. Daha sonra ise eğitim dili Ermenice ve Fransızca. Ağavni Hanım her yıl kolej bitirme imtihanlarında yüzde yüz başarılı olduklarını gururla ekliyor. Finansmanın üçte biri devlet tarafından sağlanıyor; Fransız eğitimcilerin ücretlerini Fransız devleti karşılıyor, ancak Ermenice hocaların, çalışanlar ve şoförlerin maaşları okul yönetimine ait. Öğrencilerin ailelerinden aldıkları yıllık ücret, bütçenin ancak küçük bir kısmını oluşturuyor. Dolayısıyla her yıl bütçeyi denkleştirebilmek için yoğun bir faaliyet içine girmeleri, bağış toplamaları gerekiyor. Yani, Türkiye’de zenginlik içinde yüzdüğü varsayılan Diaspora’da aslında kimse bir eli yağda, bir eli balda yaşamıyor. 

Konya, Sahakyan Okulu kız öğrencileri, 1910

135. yılda yine Ortaköy

Liyana Hanım, “Peki biz İstanbul’a niye geldik, bunu merak ediyor olmalısınız” diyor ve anlatmaya başlıyor. İstanbul kökenli olmayanlardan yalnızca Yönetim Kurulu Başkanı Jeanine Vartanian görmüş daha önce Türkiye’yi; ailesinin kökenlerini aramak için 45 yıl önce gelmiş.  Yani Tıbrotsaser’in yönetim kurulu 1923’te ayrıldığı İstanbul’a resmi olarak ilk kez dönüyor. “135. yılda ne yapalım?” diye konuşmak için eski dönem mezunlarıyla buluştuklarını anlatıyorlar:  “Çok yaşlı ve çok genç mezunlarımız vardı, çok duygusal bir toplantı oldu. 120 eski öğrenci geldi toplantıya. Catherine (Manoudian) birden ‘Niye Ortaköy’e gitmiyoruz?’ dedi. Aslında biz son ana kadar onun geleceğini düşünmüyorduk. Türklerle ilgili en hassas olanımız odur. Ama bunun turistik bir gezi olmayacağını biliyordu, sonuçta kendi kendini ikna etti. Patrikhane’yi gezdik, Ermeni semtlerini, Ortaköy’e gittik.” Bu sözler üzerine Catherine Hanım bana bakıp gülümsüyor.

Türkiye’yi ne kadar takip ettiklerini sorunca, yakından izlediklerini öğreniyorum. Geçen on yılda bir şeylerin değiştiğini düşünüyorlar. Ancak Catherine Manoudian dünya için genel bir karamsarlık halinde. “Aslında eskisine göre daha fazla baskı var” diye anlatıyor: “Küreselleşme yüzünden sesini duyurmak çok zorlaştı. İnternet, sosyal medya derken daha çok sesini duyurma olanağı varmış gibi görünüyor ama Fransa’daki özgürlük hareketleri seslerini duyurmakta gitgide daha da çok zorlanıyor. Fransa’da ve her yerde oligarşi hakim; aslında politikacılar medyayı eskisinden daha kolay kontrol ediyorlar. Fikrini söylemek kolaylaştı ama sonuç almak giderek imkânsızlaşıyor. Eskiden bir grev, bir yürüyüş Paris’te hayatı durdururdu. Şimdi hepsi yarım yamalak, etkisiz.” Sonra da gülümseyerek, bir öğrenci lideri gibi ekliyor: “Ama bu kavgayı bırakacağımız anlamına gelmiyor. Umudun azaldığı anlamına da gelmiyor.”

Erdoğan’ın taziyesi

Bu genel ‘karamsar umudun’ Türkiye ve Ermeni meselesi için de geçerli olup olmadığını, örneğin Erdoğan’ın taziye mesajını nasıl karşıladıklarını soruyorum. Feminizm konusundan sonra ikinci kez farklı fikirlere sahipler, gülerek açıklıyorlar. (Bu çoğulculuktan hoşnut oldukları da açıkça görülüyor.) Manoudian, “Herhangi biri taziye dileyebilir ama Tayyip Erdoğan herhangi biri değil” diye konuşuyor. “Ondan beklediğimiz bu değil. Ondan beklediğimiz sorumluluğu kabul etmesi.” Jeanine Vartanian kısaca “Bu politik bir taktikten başka bir şey değil” diyor. Ağavni Hanım’sa farklı düşünüyor: “Bence politik bir oyun olabilir, ama her şeye rağmen yaptığı cesur bir şey. Yavaş yavaş toplumu alıştıracak. Birdenbire soykırım diye ortaya çıkamaz elbette. Ben uzattığı eli tutuyorum. Bu ilk adım, arkasının da geleceğini, soykırımı tanıyacağını düşünüyorum.”

Gruptaki diğer İstanbullu, Liyana Cancıoğlu sözünü kesiyor: “Ben o konuda daha kötümserim. Bence kendini öbür devletlere sevdirmek için yapıyor. Soykırımı tanıdığında o kadar çok şey devrilecek ki bu ülkede, o yükü taşımaya hazır değil kendisi. Tabii ki o umutla yaşıyoruz ama ben daha kötümserim.”

Fazla söze girmeyen Marie-Delphine Agababian da bu konuda konuşmaya hevesli:  “Bu soykırımı tanıyan Erdoğan olmayabilir, başka biri olabilir, önünde sonunda kabul edilecek ama sorun da bu zaten: daha kaç kuşak beklememiz gerekiyor? Benim büyük annelerim, büyük babalarım çok acı çekti ve ölmeden bir özür duymalılar. ‘Evet bir soykırım yaptık’ demeleri gerekiyor ve evet soykırım kelimesini kullanmaları da önemli.”

Sonuçta dörde iki karamsarlık galip geliyor, buruk bir gülüşmeyle karşılıyoruz skoru. Ağavni Hanım, “Ona ihtiyacımız olduğunu da düşünmüyorum” diye buluyor orta yolu. “1918’de bir mahkeme yapılmış, cezalar verilmiş. Onlardan bir beklentim yok, toprak ya da malların iadesi hayalim de yok. Özrün üstünde bir yerdeyim ben artık.”

Fotoğraf: Erhan Arık / Nar Photos

Kurucuların canı için dua

135. yılda düzenledikleri Hokehankist’in anlamını soruyorum. “Kurucuların adına bir dua okumak istedik” diye açıklıyor Liyana Hanım. Fransa’da daha önce de yapmışlar, ama İstanbul’da yapmak daha önemli diye düşünüyorlar. Sonra kısık bir sesle, sır verir gibi konuşuyor ses kayıt cihazına: “Aslında dokuz kişiyiz, diğer üçü kendilerini hazır hissetmiyorlardı. İnşallah bir dahakine dokuz kişi geleceğiz. Herkesi buraya getirmek çok önemli, buradaki Ermeni toplumu nüfus olarak bu kadar az olmasına rağmen bu kadar okulu, kiliseyi nasıl idare ettiklerini görsünler istiyoruz. Biz ilk gittiğimizde İstanbullu Ermeniler olarak dışlandık biraz. Türkçe konuşamazdık, kötü gelirdi onlara. Başta derneklere filan da giremiyorduk. Şimdi çok rahatız ama; onları da yargılamıyorum, bilmediklerinden önyargıları vardı. Burada bilhassa otelde kalmıyoruz, başkanımızla dayımın evinde kalıyorum ben mesela. Buradaki Ermeni toplumunu yakından görsün istedim.” Hokehankist için kiliseye doğru yürürken, şikayet etmekten utanmış gibi ekliyor:  “Bazen, çok yorulunca, kurucularımızı hatırlıyoruz. Onların çektiklerinin yanında bonbon gibi bunlar deyip, bonbon gibi yutuyoruz dertlerimizi...”


El sıkışmayacağım demiştim, şimdi alıştım

Jeanine Vartanian - Kökleri Sivrihisar ve Bafra’dan

Yönetim Kurulu Başkanı Jeanine Vartanian Fransa’da büyüyen ekip içinde daha önce Türkiye’ye gelmiş olan tek kişi. Hikâyesini soruyorum: “Babamın adı Arsen Arabyan’dı, Sivrihisar’da doğmuş. Sanırım 1925’in sonlarında da Fransa’ya gelmişler. Annemin tarafı Bafralı, anneannemin yedi kardeşi varmış, soykırım zamanı ölmemiş ama yaşananları görünce geçirdiği felçten dolayı ölmüş. Annemin aklında kalan ve unutamadığı bir şey var: Annem altı yaşındayken anneannemin saçları çok uzunmuş ve saçını haç şeklinde örmüşler, hep bunu anlatırdı.

Annem ve babam Fransa’da evlenmiş. Babam kolay kolay dışarı çıkmama izin vermezdi. 15-16 yaşlarımda Ermeni derneklerine gidip gelmeye başladım. Kocamla da öyle tanıştık. Yardımlaşma, fakirlerin, yaşlıların bakımı gibi meselelerle ilgilenirdik, tanıştığımızda huzurevinde çalışıyorduk. Benim iki tane oğlum var, biri Çin’de yaşıyor, on yaşındaki torunum da orada. Büyük oğlumsa Paris’te bir Ermeni ile evlenip boşandı. Onların evliliğinden doğan üç torunum da Tıbrotsaser’e gitti; biri mezun oldu, diğer ikisi hâlâ okuyor.”

Tıbrotsaser’le ilişkisi çocukları büyüdükten sonra başlamış: “Gelecek ay 70 yaşında olacağım ve Tıbrotsaser’de çalışmaya başlayalı tam 30 yıl olmuş. Çocuklar büyüyünce eşim ‘Sen bugüne kadar Ermeniler için hiçbir şey yapmadın’ diyerek beni Tıbrotsaser’de çalışmaya yönlendirmişti. Bir kez ayağımı basınca ayrılamadım. Türkiye’ye ilk gelişimin üzerinden 45 yıl geçti. O zaman üç hafta kalmıştık. Biraz Catherine’e yaklaşacağım ama havaalanına inip Türkleri görür görmez kendi kendime ‘Bunlarla el sıkışmayacağım’ dediğimi hatırlıyorum. Sonra alıştım elbette. Dokuz sene önce yarısı Ermeni, yarısı Yahudi bir grupla tekrar gelip Ani’ye gittik. Eşim bir de film yaptı Ani’de, ismi ‘Ermenistan’dan Ermenistan’a’. Filmi size getirmeyi düşündüm ama eşim korktu” diye anlatıyor gülerek. “Bizim zamanımızda farklıydı tabii. İsterseniz posta ile gönderirim dönünce.” Sözleşiyoruz.


Polonyalıyım. Çocuklarımı Ermeni okuluna gönderip Ermenice öğrendim

Andrée Minassian - Kökleri Polonya’dan

Gülerek “Benim hikâyem kısa sürecek” diyor Madam Andrée: “Ermeni değilim. Ben Nice doğumluyum, Polonya kökenliyim. Kocam İran Ermenisi. Ben hiçbir zaman Lehçe öğrenemedim, herhalde bu yüzden çocuklarımın Ermenice öğrenmesini istedim.” Üç çocuğu da Tıbrotsaser’de okumuş. Kocası Kuzey İran’dan geldiğinden Türkiye’yle benzer sorunları olmadığını söylüyor. Aile üç dört nesil önce Bakü’den Kuzey İran’a ve Tahran’a gitmiş. İran-Irak savaşı çıkınca bu benim meselem değil deyip Fransa’ya göçmüş kocası. “Yoksa İran’da hiç baskı görmemişler” diye ekliyor. Ermeniceyi de öğrenmiş. Jeanine Hanım, “Onun öyle dediğine bakmayın” diye lafa giriyor: “Yüzde yüz Ermeni ama haberi yok!” Hep beraber gülüyoruz.


Janine Vartanian ve Catherine Manoudian

Benim için Ermenistan burası

Marie-Delphine Agababian- Kökleri İstanbul ve Samsun’dan

Grubun en genç ve en sessiz üyelerinden Marie-Delphine Agababian kendi hikâyesini hızlıca anlatıyor: “Büyükannem İstanbulluydu, büyükbabam da Samsunlu. 1920’lerde Fransa’ya göçmüşler de, tam yılını ben de bilmiyorum. Orada evlenmişler, babam Fransa’da doğmuş. Ama hâlâ ailemin bir kısmı burada yaşıyor. Annem Fransız, Ermeni değil. Ben çok küçük yaştan itibaren Tıbrotsaser’de yatılı okudum. İki kız kardeşiz, ikimiz de yatılı okuduk.”

İstanbul’da olmak nasıl bir duygu peki? “Tuhaf. Çok sakin ve çok duygusal hissediyorum. Dün Üsküdar’a gittik mesela, büyük-büyükannemin mezarını gördüm. Benim için burası hep Ermenistan’dı, hâlâ da öyle. Bütün ailemin hikâyesi bu toprağın üstünde. Okulla birlikte Ermenistan’a gitmiştim, o zamanlar çok gençtim, ne hissettiğimi tam hatırlamıyorum. Ama burası farklı.” Devamını getirmekte zorlanıyor, sessizce “uf!” diyor sadece...


25 senedir okul için çalışıyorum

Ağavni Sarıkaya- Kökleri Erzincan, Tokat ve İstanbul’dan

“Ben Fransa’ya evlenip gittim. Aslında İstanbulluyum. Anne tarafım Erzincan, baba tarafım Tokatlı. Önce Feriköy Merametçiyan, sonra Esayan okullarında okudum. Liseyi bitirdikten sonra çalışıyordum, sonra eşimle tanıştım. Eşim Fransa’daydı, aslında Kayserili, 1970’lerde okumaya gidip orada kalmış. Liyana ile akraba oluyorlar. İlk kez bir sene sonu müsameresinde gördüm okulu, Liyana ile de öyle tanıştık. Çocuklarım doğunca de hemen oraya gönderdim, başka ihtimal düşünmedim. 25 sene önce ilk okul aile birliğini kurduk birlikte. Çocuklarım okulu bitirdikten sonra da yönetim kuruluna girdim. On sene oldu bile.”


Oğlumun Gezi Parkı yazısı Le Monde’da yayımlandı

Liyana Cancıoğlu- Kökleri Sivas ve İstanbul’dan

Liyana Hanım’ın gençliğine bakıp 20 yaşında bir evlat annesi olabileceğine inanmak zor. 1979’da Fransa’ya gittiklerinde on yaşındaymış: “Feriköy İlkokulu’nu bitirmiştim. Kurtuluşluyum, anne babamın aileleri küçük yaşta Sivas’tan gelmiş. Fransa’ya gidince Fransız okuluna devam ettim. Sadece Çarşamba günleri Ermenice dersine gidiyordum. Evimiz Tıbrotsaser’e uzaktı, evlenince Tıbrotsaser’in semtine taşındık. İki oğlum var: Büyüğü 20, küçüğü 17 yaşında, ikisi de Tıbrotsaser’e gittiler. Ağavni ile birlikte okul aile birliğinden başlayıp yönetim kuruluna girdik. Büyük oğlum şimdi üniversiteye gidiyor, gazeteciliğe meraklı. Geçen yıl ‘Le Monde’da Gezi Parkı ile ilgili bir makalesi yayımlandı.” 
Neden Tıbrotsaser’de çalıştığını soruyorum: “İstanbullu olanlar için Ermenice okullar çok önemlidir; benim İstanbul’da aldığım eğitimin izleri hiç kaybolmadı. Tıbrotsaser’de çalışıyor olmamın nedeni de budur aslında, İstanbul’da aldığım eğitimi aktarabilmek istedim.” 

Türkçe hâlâ kulaklarımı ağrıtıyor ama yine geleceğim

Catherine Manoudian- Kökleri Erzurum, Sivas ve Eskişehir’den

“Büyükannem ve büyükbabam Yunanistan’da bir yetimhanede tanışıp Fransa’ya gelmişler. İkisinin ailesinden de başka kurtulan yok, ya da ben bulamadım” diye anlatıyor Catherine Manoudian. Fransa’ya gelmeden soyadları Karamanukyan’mış, pek çok soyadını kısaltmış, değiştirmişler, “Belki de o yüzdendir” diye ekliyor. Liyana Hanım gülerek lafa karışıyor: “Biz Ermeniler nereye gitsek ismimiz değişir...” 

Manoudian’ın dedesi Fransa’ya gelince önce kömür madeninde çalışmış, sonra berber olmuş. “Annem ve babam Fransa’da doğmuş, gittikleri Ermeni derneklerinde bir dansta tanışmışlar. Biz iki kız kardeşiz. Gençliğimde Türkçe öğrenmeye çalıştım ama sadece iki ay sürdü. Bu dili öğrenmeye çalışmak acı verdi bana, bize soykırım yapanların dili olduğunu unutamıyordum.”

Beş yaşına kadar yalnızca Türkçe konuşan anneannesinden öğrendiği iki kelimeyi hatırlıyor: “Çok güzel”. Sonrasında, milliyetçi Ermeni derneklerinde geçen gençliğinde, anneannesinin dili, içinde düşmanlık, öfke uyandıran bir dile, “düşmanın diline” dönüşmüş. 

Tıbrotsaser’le ilişkisi şimdi 20 yaşında olan oğlu için Ermenice bir okul ararken başlamış. Fransa’da yaşamak nasıl, diye soruyorum: “Ben hep yabancılık hissettim. Ama sadece ben öyle hissettim galiba. Kendimi hiçbir zaman Fransız olarak görmedim, görmem. Ermeniceyi kullanamamak bana çok acı veriyor. Ermenistan’a yerleşme umuduyla yaşıyorum” diye anlatıyor. Peki Türkiye? “Türkçe hâlâ kulaklarımı ağrıtıyor” diyor. “Ama yine geleceğim” diye de ekliyor. “Erzurum’a, Anadolu’ya gitmek istiyorum, bir dahakine Ararat’a çıkacağım.”

 

Kategoriler

Dosya Orta Sayfa