Rebul Eczanesi'nin ardından

Rebul Eczanesi’nin 120 yıldır içinde bulunduğu binadan taşınmak zorunda olması üzerine, Eczane’nin 120 yıllık tarihini bir kere daha hatırlamanın zamanı.. 14 Eylül 2012’de Agos’ta Rita Ender’in, eczane sahibi Mehmet Müderrisoğlu’yla yaptığı söyleşiyi tekrar yayımlıyoruz.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN

İstiklal Caddesi’nin 120 yıldır dertlilere derman olan Rebul Eczanesi de kentsel dönüşüme dayanamadı. Yıkılan Emek Sineması’nın da içinde bulunduğu Cercle D’Orient binasında omzunu dayayan Rumeli Han’ın alt katındaki asırlık eczane, Rumeli Han'ın el değiştirmesiyle kapanmanın eşiğine geldi. Yükselen kira bedeli nedeniyle taşınmak zorunda kalan Rebul Eczanesi, Fransız Konsolosluğu'nun çaprazındaki Meşelik Sokak'ta bulunan Rebul 1895 Eczanesi'nde var olmaya devam edecek.

Rebul Eczanesi’nin 120 yıllık tarihini bir kere hatırlamak için, 14 Eylül 2012’de Rita Ender’in Agos için, eczane sahibi Mehmet Müderrisoğlu’yla yaptığı söyleşiyi tekrar yayımlıyoruz.

RİTA ENDER
ritaender@gmail.com

ben ki öptüğüm
ilk dudakta
traş olmuş baba yanağının
tadını bıraktım

Sunay Akın

İstanbul’da pek çok dudakta kaldı bu tat, çünkü pek çok İstanbullu baba, tıraş olduktan sonra yüzüne Rebul’un lavanta kolonyasını çarptı.

1895 yılından beri İstiklal Caddesi’nde hizmet veren Rebul Eczanesi ve lavanta kokulu kolonyası üzerine eczacı Mehmet Müderrisoğlu ile söyleştik.

Çizim: REYSİ KAMHİ 
  • İstanbul’la özdeşleşmiş bu mekânın tarihçesiyle başlayalım mı söze?

Rebul Eczanesi 1895 yılında Mösyö Jean Cesar Reboul isimli Fransız bir genç tarafından açılıyor. Bu genç Paris’teki eczacılık fakültesinden mezun oluyor. Babası Hopa-Trabzon otoyolunu yapan müteahhit... Mösyö Reboul babasına gitmek üzere İstanbul’dan geçerken Rue de Pera’yı yani İstiklal Caddesi’ni çok beğeniyor. “Ah, keşke burada bir dükkânım olsa” diyor. Dönüşte karar veriyor, “Ben Türkiye’ye yerleşeceğim” diyor. Geliyor, bu binanın altında eczanesini açıyor: Grande Pharmacie Parisienne (Büyük Paris Eczanesi). Benim babam 1918 yılında geliyor bu eczaneye ve diyor ki “Ben eczacılık birinci sınıf öğrencisiyim. Sizde staj yapmak istiyorum.” Mösyö Reboul “Evladım, senin Fransızcan var mı?” diye soruyor. Babam “Ben yoksul bir ailenin çocuğuyum. Fransızcam yok, Türkçem var” diyor. “Rue de Pera’da bir insanın Fransızcası yoksa iş bulamaz. Teşekkür ederim” diyor Mösyö Reboul. O kadar üzülüyor ki babam, kalkıyor, Fransız Konsolosluğu’nda akşamları verilen lisan kurslarına yazılıyor. Ertesi yıl ikinci sınıfı bitirdiğinde babam Mösyö Reboul’a tekrar gidiyor ve Fransızca olarak “Ben staj yapmak istiyorum” diyor. Mösyö Reboul diyor ki “Senin simanı bir yerden hatırlıyorum, geçen yıl da gelmiş miydin?” “Evet” diyor babam. “Ee, senin Fransızcan yoktu.” “Siz öyle deyince ben de gittim, Fransızca öğrendim.” Bunun üzerine, Mösyö Reboul “Yarın gel evladım” diyor. Babama her zaman “mon fils” yani “oğlum” derdi.

  • Babanız niçin bu eczanede çalışmak için ısrar etmiş?

Mösyö Reboul da babama bunu sormuş. Babam demiş ki “Siz eczacılıkta bir devrim yarattınız. Bu devrim hem yaptığınız ilaçlarla, hem çalışma tarzınızla ilgili. Ben sizin yanınızda yetişmek istiyorum.” O dönemde burası en meşhur eczaneydi. Babam dördüncü sınıfı bitirdiğinde devlet tarafından Bayramiç Hükümet Tabipliği’ne tayin ediliyor. Mösyö Reboul “Kal burada, sana vali maaşına yakın bir para vereyim” diyor. O zaman vali maaşı çok yüksek. Babam kabul ediyor, eczanede kalıyor. 10-15 yıl sonra Mösyö Reboul “Ben artık eczacılık yapmak istemiyorum. Gel sana eczaneyi devredeyim” diyor. Babam “Bende nerede o para” deyince, Mösyö Reboul “Ortak olalım” diyor, “Sen kârını çekme, belli bir süre sonra kârınla borcunu kapat ve eczaneyi devral, çünkü benim çocuklarım bu işi yapmak istemiyor.” Babam kabul ediyor ve 1943’te babamın borcu bitiyor. Ortaklık süreci içersinde eczanenin adı ‘Kemal ve Reboul Eczanesi’ oluyor. Babam eczaneyi devralınca, ustasına duyduğu sevgi ve saygıdan dolayı isim tekrar ‘Rebul Eczanesi’ne dönüyor. Yanız, babam, ismin Türkçe okunabilmesi için Reboul’daki ‘o’yu atıyor. Bu arada Mösyö Reboul’dan kozmetik üretimini de öğreniyor. Henüz kozmetikler yokken, yüz kremi, tonik, ağız gargarası, nasır kremi gibi ürünleri yapmaya başlıyor. Türkiye o dönemde ilaç fabrikasına sahip olmadığı için her şey ithal ediliyor. İkinci Dünya Harbi patladığında ithalat kesiliyor, öyle olunca babam fabrikasyona başlıyor. Uzun yıllar Türk ilaç sanayiinde ilk 5-6 içinde olduk. Sonra modaya uyup fabrikayı sattık.

  • Siz baba mesleğine devam etmeye nasıl karar verdiniz?

İlkokul dördüncü sınıftayken babam bana ilk gece nöbetini tutturdu eczanede. O dönemde Taksim’de oturuyorduk. “Gece 12’de kapıları kapatıp eve gelirsin” dedi. Ben tek başıma buradan Taksim’e yürüdüm. Meğer tek başıma değilmişim, beş metre arkadan, eczaneden biri beni kollamaya geliyormuş. Ondan sonra her cumartesi çalıştım. Biz üç kardeşiz, üçümüz de eczacıyız. Yaz tatillerinde babam yaşa göre derecelendirirdi: “Sen haftada bir, sen haftada iki, sen her gün çalışacaksın” derdi ve hiç itiraz edilmezdi. Lise sona geldiğimde “Sen ne okumak istiyorsun?” dedi, “Eczacı olacağım” dedim. “Yok” dedi, “iki ağabeyin de eczacı oldu, sen işletme oku.” Babaya itiraz etmek aklımızın ucundan geçmezdi, ama ben o gün dedim ki “Baba, eğer sen okuyacaksan işletme oku ama ben eczacı olacağım.” Hakikaten oldum. Keyifle okudum, mesleğimi büyük keyifle sürdürdüm. Çok sıkıntılarım, inişlerim-çıkışlarım oldu ama bu mesleği icra etmekten sadece keyif almadım, şeref de duydum. Oğlum da eczacı. Şu anda kozmetik üzerine çalışıyor. Onun da bir fabrikası, bir eczanesi var. Ağabeylerimin eczanesi yok, onlar fabrika işlettiler.

  • Eskiden kural, usul ilaçları elde yapmakken, sonraları bu meslek neredeyse yalnızca fabrikada yapılır olmuş. Bunun nedeni nedir?

Eskiden kullanılan hammaddelerde miktarlar yüksekti; bir gram, yarım gram, 100 miligram... Şimdi mikrogramlar da tartılıyor. Bunu elle yapmanın imkânı yok. Yeni ihtiyaçlar onu gerektirdi, yeni hammaddeler daha güçlü. Bugün çok az havan işi var, onu da herhalde İstanbul’da en çok biz yapıyoruz. Bugün ben eczacılık anlamında en çok danışmanlık yapıyorum. Cumartesi günleri genelde randevu ile çalışır, ilaç danışmanlığı yaparım. Gelirler, reçetelerini okur, hastalığı tartışırlar, “Doktor doğru mu yaptı?”, “Eczacı doğru mu verdi”, “Sen ne dersin?” filan... Bu eczanede yaptığım araştırmaları devreye sokuyorum. Her ay üç-beş yeni ürün oluyor. Müşteriler lokantada “Bugün ne yemek var?” diye sordukları gibi, buraya gelip “Bugün hangi ürünler çıktı, neler var?” diye soruyorlar. Ben de anlatıyorum.

  • En çok da lavanta kolonyasını anlatmışsınızdır herhalde. Nedir meşhur Rebul Lavanta Kolonyası’nın hikâyesi?

Babam 1936 yılında, Mösyö Reboul’un Pendik’teki evinin bahçesinde yetiştirdiği lavantaları alır. Onlardan bir esans elde eder, bir kolonya yapar ve böylece başlar. Ancak böyle bir bahçeden, üç-beş dönümden alınacak esansla bugünlere gelmek imkânsız. Babam 1950’lerin başında Fransa’nın Grasse kentinden bir aileyle tanışıyor ve o ailenin bahçesinde yetişen lavantaları topluyor. Oradaki bir fabrikada esansa çevirtiyor. Biz lavantayı hâlâ aynı şehirden, aynı aileden alırız. Babam denetlemek için toplama esnasında orada olurdu, çünkü lavantalar günışığı görmeden toplanmalı, yoksa kokusu çıkmaz. Şu anda biz gidemiyoruz ama bir denetmen yolluyoruz.

  • Neden malzeme olarak lavantayı kullanmış? Lavanta nasıl bir çiçek?

Lavanta, Akdeniz sahillerinde, dağlarda yetişen bir yaban bitkisidir. Antiseptik özelliği vardır. Bir yaranın üstüne lavanta esansını dökerseniz, iyileştirici etkisini görürsünüz. Bir tek damlasını çayınıza dökerseniz, akşam güzel uyursunuz. Lavanta, sinirinize hâkim olmanıza yardımcı olur. Yastığa kolonyasını dökerseniz daha derin uyur, uykunuzu alarak uyanırsınız. Lavanta çok değişiktir. Ben sabahları duş yaptıktan sonra böyle dökünürüm, ondan sonra çıkarım evden.

  • Lavanta nasıl bu kadar benimsendi?

Müşterilerime hep şunu derim: Ihlamur, yasemin vs. pop müzik gibidir; bugün var, belki yarın yok... Lavanta ise bir klasik müziktir, modası yoktur.

Kategoriler

Güncel Yaşam