Azınlıkların kıymeti anlaşılırken

Mensur Akgün Star’daki ‘Azınlıkların kıymeti anlaşılırken’ başlıklı yazısında azınlıklara karşı işlenen suçları ulusalcı kesimin ağzından itiraf olarak sıralıyor. Davutoğlu’nun cemaat liderlerini ziyaretini de değerlendiren Akgün, bunu Sevr sendromun atlatılması olarak tespit ediyor.

 

Cumhuriyet kuruluşunda çektiği sancılar yüzünden azınlıklarını düşman belledi. Onlardan kurtulmak için elinden geleni yaptı. Ermeniler zaten savaş içinde sürülmüş, Rumların büyük bir kısmı savaş sonrasında kaçmıştı. Geriye kalanları da önce Lozan’da, sonra mübadelede, en sonunda da uygulanan ayrımcı politikalarla yerlerinden edildi.

Etno-dinsel bütünleşme sağlamak, yani ulus devlet kurmak için azınlık karşıtı kampanyalar yürütüldü. İki dünya savaşı arası dönemde ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Nazizm’in de etkisiyle özellikle Yahudi karşıtlığı en üst noktaya ulaştı. Varlık Vergisi’nden ve hakların gasp edildiği daha nice uygulamadan bu ülkenin dini farklı insanları çok çekti.

Kıbrıs sorununun faturasını da, Asala terörünün bedelini de onlara ödettik. Bu ülkede doğmuş ve devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan insanları kamu görevine almadık. Asteğmen rütbesinin üstünde tek bir subayımız, polisimiz, diplomatımız olmadı. Gazetelerimiz hep onları hedef gösterdi. Ulusalcılarımız kendilerini onların karşıtlığında tanımladı.

***

Patrikhanelerini bombaladık, mallarını kullanmalarını çeşitli gerekçelerle engelledik, Hrant Dink gibi entelektüellerini öldürdük. Katilleriyle de resimler çektirdik. Antlaşmalardan doğan haklarını gasp ettik. Koca koca yazarlarımız da bu gaspları hiç okumadıkları Lozan Sözleşmesi’nin olmayan hükümleriyle meşru göstermeye çalıştı.

Fener Rum Patrikhanesi’nin tarihsel ayrıcalıklarına, ruhani hiyerarşide anlam ifade eden “Ekümeniklik” kavramına, Heybeliada’daki Ruhban okuluna taktık. Patrik seçimlerine karıştık. Azınlıkların Türkiye’nin bir zenginliği olduğunu, onlara sahip çıkmasıyla gücünün daha da artacağını bir türlü göremedik. Rum olmayı, Yahudi olmayı, Ermeni olmayı ayıp zannettik.

Diyeceksiniz ki başkaları farklı mı davrandı? Evet davranmadı ama işte tam da bu soruyu sormamız ve insani konularda mütekabiliyet aramamız yüzünden bu ülkenin farklı dinsel kökenden gelen vatandaşları arasında ayrımcılık yapıldı, bazılarımızın diğerlerinden daha ayrıcalıklı olduğu varsayıldı. Ayrımcılığa toplumsal olarak da göz yumuldu, normal karşılandı.

Neyse ki şimdi bu tutum değişiyor. Dinsel azınlıkların gasp edilmiş hakları iade ediliyor, bazılarını büyükelçilik teklif ediliyor, anayasa yazılırken görüşleri soruluyor, bakanlar ve başbakan onlarla buluşuyor. Cumhuriyet ve imparatorluk tarihinde ilk kez bir Dışişleri Bakanı dini temsilcilerini makamlarında ziyaret edip, onlarla bölgesel sorunları konuşuyor.

***

Belki farkında değilsiniz ama Türkiye metamorfoz geçiriyor, kendini yeniden tanımlıyor, korkularından kurtuluyor, Sevr sendromundan sıyrılıyor. Daha önce başka ülkelerin dışişleri bakanlarının gittiği yerlere ilk kez Türkiye Cumhuriyeti’nin Dışişleri Bakanı gidiyor. Tarihi bir değişimi başlatıyor. Bu değişim 28 Şubat’la, 12 Eylül’le, günümüz darbecileriyle hesaplaşmak kadar önemli bir değişim.

Bu, gerçek anlamıyla demokratikleşmenin en önemli adımlarından biri. Çünkü böylesi ziyaretlerle Türkiye kendini yeniden kurguluyor, resmi anlatısını revize ediyor, yakın zamana kadar baskı altında tuttuğu dini cemaatlerinin itibarını iade ediyor. Bizi özgürleştirip, siyasi ve diplomatik anlamda zenginleştiriyor. Türkiye, çevresinde daha fazla söz sahibi olma yolunda ilerliyor.

Umarım bu ilişki tarzı artık kurumsallaşır, Türkiye’de devlet her etnik ve dinsel kökenden gelen vatandaşına eşit mesafede yaklaşır, gasp edilmiş haklarının iadesini mütekabiliyet aramadan gerçekleştirir. Bizler, yani sıradan insanlar da önyargılarımızdan, anakronizmden, kuruluş ideolojisinin mitoslarından kurtuluruz. Zamanın ruhunu yakalarız...

mensurakgun@gmail.com