Sol içi infaz tabusu

Türkiye’deki sol örgütlerin kendi mensuplarına uyguladıkları şiddet halen kolay konuşulamıyor. Tarihle yüzleşmenin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi umuduyla, ‘sol içi infazlar’ konusunda hafızaları derinleştirmek için bu konuda Sait Çetinoğlu, Taner Akçam ve Eren Keskin’in tanıklıklarına başvurduk.

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

Aytekin Yılmaz’ın İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Yoldaşını Öldürmek’ kitabı ve T24’te Hazal Özvarış’la yaptığı röportaj sonrasında, Türkiye’deki sol örgütlerin kendi mensuplarına uyguladıkları şiddet bir kez daha gündeme geldi. Aldığımız cevaplardan anladık ki, devlet şiddetine karşı olma iddiasında olan sol örgütlerin bu sorunu halen kolay konuşulamıyor. Tarihle yüzleşmenin tam anlamıyla gerçekleşebilmesi umuduyla, ‘sol içi infazlar’ konusunda hafızaları derinleştirmek için bu konuda Sait Çetinoğlu, Taner Akçam ve Eren Keskin’in tanıklıklarına başvurduk.

'Hepimiz egemenimize benziyoruz’
Eren Keskin

Sol içi şiddet olayları, Türkiye toplumu düşünüldüğünde hiç de şaşırtıcı değil. Biz 1915 Ermeni Soykırımı gibi büyük bir suçu bile görmeyen, konuşmayan ve örtbas etmeye çalışan bir toplumuz. Sağcı veya solcu olmak temelde bir şey fark ettirmiyor. Hepimiz egemenimize benziyoruz. Ben, 1995’te bir yazımdan ötürü cezaevine girdiğimde, bu durumu çok net olarak gördüm. Bayrampaşa Cezaevi’nde PKK’lilerin bulunduğu kadınlar koğuşunda kaldığımda, bir ranza cezasına şahit oldum. Bir kadın ranzasında tecrit ediliyor ve kimse onunla konuşmuyordu. Diğer örgütlerden kadınların bulunduğu ‘bağımsız koğuş’ta ise bir kadına korkunç işkenceler yapıldığını gördüm. O sırada cezaevi yönetimini yürüten, tüm örgütlerin katıldığı bir konsey vardı. Bu olayı oraya bildirmeme rağmen, hiçbir şey yapılmadı. Bu durum cezaevine özgü de değildi. Dev-Sol örgütünde 90’ların başında gerçekleşen bölünmenin ardından, 1993’te örgütün önemli liderlerinden Bedri Yağan, bir polis operasyonu sonucu öldürüldü. Bölünmeden sonra güçsüz olan ekipte yer alan Yağan’ın otopsisine girecek avukat bulunamadı, geriye kalan örgütün baskısından dolayı. Ben, iki arkadaşımla birlikte bu acımasızlığa ağlayarak girmiştim otopsiye. İHD yönetiminde görev aldığım 90’lar boyunca da ‘örgüt içi infaz’ ve ‘sivillere yönelik suçlar’la çok karşılaştım. Gelen tüm şikâyetler hakkında kınama yayımladık ve basına açıklama yaptık. Ancak yine de ilk başlarda aklımızın karıştığını, yaşayarak öğrendiğimizi söyleyeyim.

'Cinayetler için PKK, ‘Nerede ihanet varsa, orada ceza vardır’ diye yazdı'
Taner Akçam:

1983’te, ben Almanya'dayken Kemal Burkay'ın örgütünden beni aradılar. PKK'nın bir grup elemanını hapsettiğini, işkence ettiğini, öldürdüğünü bildirdiler. Bundan sonra, özellikle Almanya başta olmak üzere Avrupa’da PKK, kendi deyimleriyle “önderliğe muhalefet edenleri” tek tek öldürmeye başladı.

İlk cinayet, galiba Frankfurt’a bağlı Russelsheim kazasında işlendi. PKK’lı Zülfü Gök öldürüldü. 1985’te Semir ismiyle bilinen Çetin Güngör, yıllarca saklandıktan sonra öldürüldü. Semir, Dersimli Ermeni idi. PKK’nın Merkez Komite üyesi ve Avrupa sorumlusuydu. PKK içinde demokrasi istediği için, Abdullah Öcalan tarafından tutuklandı, daha sonra kaçtığı İsveç’te ortaya çıktığı gece öldürüldü. Bu cinayet için, PKK’nın Serxwebun dergisinde şöyle yazıyordu: ‘Nerede ihanet varsa, orada ceza vardır.’

Bunun üzerine, birçok örgütle beraber, PKK’yı çok ağır bir biçimde kınayan bir bildiri yayımladık. Ondan sonra da PKK, benim de içinde bulunduğum bu gruplara karşı kampanya başlattı. Bu dönemde Türk ve Kürt 7 kişi öldürüldü. Bu sebepten öldürülenlerin sonuncusu da Kürşat Timuroğlu oldu. Tek suçu, Semir’in öldürülmesini protesto etmekti. Bu cinayetler, diğer örgütlere de sirayet etti. Kemal Burkay taraftarları (Özgürlük Yolu), Kurtuluş adlı siyasi gruptan bir başka kişiyi daha öldürdüler. Kendi içlerinden de insan öldürmeye devam ettiler. Belki 20’ye yakın siyasi cinayet işlediler Avrupa’da. Bunlardan birisi de PKK’dan ayrıldıktan sonra, ‘sessiz’ kalmanın hayatını kurtaracağını düşünen Mahmut Bilgili’ydi; Hollanda’da öldürdüler.

Kendi içindeki insanları infaz etmekle başlayan ve daha sonra diğer örgütlerden insanları öldürmekle devam eden bu zihniyet, kendisine destek vermeyen Kürt insanlarının da imhasına yöneldi. Bir başka “fail-i meçhul” kategorisi ortaya çıktı. Beni en çok üzen, benzeri şeyleri güvenlik güçleri yapınca barikatlara geçip “kahramanca savaşan”, kendilerine solcu/demokrat diyen insanların veya insan hakları örgütlerinin, bu cinayetler karşısında sessiz kalmasıdır. Herkesin bir sevgilisi var. Herkes kendi sevgilisine âşık ve sevgilisinin cinayetlerini mazur görüyor ve anlayışla karşılıyor. Milliyetçisi, devlet cinayet işleyince mutlu, “Vatan savunması için olur böyle şeyler!” diyor. Solcusu, insan hakları savunucusu, PKK benzer cinayetleri işleyince anlayışlı ve sessiz kalıyor. “Katil devlete karşı mücadelede olur böyle şeyler” diyor. Zihniyet aynı zihniyet. Bu kafalara göre cinayet kötü değildir. Kimin öldürdüğü cinayetten daha önemlidir. Adını “İnsan Hakları”’ olarak koymuş örgütlerin böyle davrandığı bir ülkenin, Ermeni Soykırımı dahil, tarihinde işlenmiş cinayetlerle yüzleşebileceğine inanmıyorum. Böyle insan hakları örgütlerinin bulunduğu bir ülkeye, demokrasi geleceğine inanmıyorum.

‘Evinin önündeki ağaçta infaz edip ağzına pis bir para koymuşlardı’
Sait Çetinoğlu

90’lardaki İnsan Hakları Derneği (İHD) yöneticiliğim sırasında, bu türden dört olaya tanıklık ettim. Bunlardan ilkinde, 1990’lı yılların başında PKK, ikili çalıştığı gerekçesiyle Hakkâri Çukurca'da Abdurrahman Korucu'yu infaz etti.  Abdurrahman Korucu,  Çukurca Hastanesi’ne I. Körfez Savaşı döneminde Kürt mülteciler için gelen tıbbi malzemelerin neredeyse tamamını, hastane ambulansıyla dağa taşımıştı. Bir gece, hükümet konağına 100 metre uzaklıktaki evinin önündeki ceviz ağacında infaz edip ağzına pis bir 20 lira koymuşlardı. Abdurrahman'ın dokuz çocuğu vardı. Üçü kendisinin, altısı da Saddam birlikleri tarafından öldürülen ağabeyinden... Ağabeyi ölünce, yengesiyle evlendirilmişti. En büyüğü 15 yaşında olan çocuğunu işe aldırdığımda, örgüt “Sen bizim cezalandırdığımız kişinin nasıl arkasında durursun!” diye tepki gösterdi.  Yıllar sonra PKK yanlışlarını sayarken, Abdurrahman Korucu’ya da yer verecekti.

Bir diğeri, 90’lı yılların ortalarında Samsun’da yapılan DHKP-C operasyonu sonrasında, yirmiden fazla tutuklunun Ankara Cezaevi’ne getirilmesinin ardından yaşandı. İçlerinde tanıdığım bir öğretmenin, Ulaş Şahintürk adında oğlu da vardı. Babasıyla hukuki yardım için görüştüğümüz gece, Aralık 1996’da Ulaş, ajanlık iddiasıyla cezaevinde infaz edildi. Örgüt, Ulaş’ın infazına dair bildirisinde, Ulaş’tan ajanlık itirafı aldığını söylemeyi unutmamıştı. İtirafı ne şekilde aldıkları hâlâ bilinmez. Ulaş’ı boğan “devrimci”nin, “Ben boğdum ben!” diye bağırdığı söylenir. Daha sonra bu cinayetle ilgili dava açıldı ve bu kişi tutuklandı, fakat sonra beraat edip serbest bırakıldı. Ben bu cinayete yazılı ve sözlü olarak tepki gösterdim. Fakat İHD’den kimse yanımda dur(a)madı. Ertesi hafta Çankırı Cezaevi’nde DHKP-C tutsakları ile yapacağım görüşmeyi de, örgüt bu tepkimden dolayı iptal etti.

Yine Ankara Cezaevi’nde, Ulaş’tan 1-2 ay önce, Fatma Özyurt adında bir DHKP-C’linin ajan olduğu gerekçesiyle infaz edildiğini biliyorum. Fatma, öldürülmeden önce fiziki işkenceyle ‘itirafı’ sağlanmış,  arkasından üstünde sadece bir battaniye olması şartıyla çıplak ranza cezası verilmişti. Fatma da Ulaş gibi boğularak öldürüldü.

Aynı yıllarda, Bursa İHD Şubesi yönetiminden Tacettin Aşçı, MLKP tarafından seminer için çağırılıp infaz edildi. Buna da sözlü ve yazılı tepki gösterdim. Bunun üzerine İHD karıştı. Bütün gruplar istifamı istediler. Çok ağır bir dilekçeyle yönetimden istifa ettim.

Etiketler

işkence