“Mesele Üç-Beş Alkış Değil”: Pul Pul Dökülen Hakikat

Haneke'nin 'Cache' (Saklı) filmi ve Selahattin Demirtaş üzerinden başlayan tartışma devam ediyor. Buket Türkmen'in 'Saklı Majid ve Demirtaş' yazısına yönelik olarak Umut Tümay Arslan'ın yazdığı ve bu sütunda yer verdiğimiz yazının ardından, Buket Türkmen cevap niteliğinde bir yazı daha yayımladı. Umut Tümay Arslan'ın bu ikinci yazıya verdiği cevabı yayımlıyoruz.

UMUT TÜMAY ARSLAN
Tumay.Arslan@media.ankara.edu.tr
 

Buket Türkmen’in “Saklı Majid ve Demirtaş” adlı yazısına yönelik eleştirim geçen hafta Agos’ta yayımlanmıştı. Türkmen bu eleştirime cevap veren bir yazı daha yazdı. Bu yüzden birkaç noktaya yeniden değinmekte yarar var sanıyorum.

1. Yazının başlığı. Türkmen’in yazısının başlığı “Mesele Üç-Beş Alkış Değil.” Tam da alkıştan duyulan rahatsızlığın neden basitçe “alkıştan duyulan rahatsızlık” olarak kalamadığını göstermeye çalışmıştım ben de. Alkıştan duyulan rahatsızlığı ifade ederken kapıldığınız cereyanlar, içine yerleştiğiniz söylemler, sizi kuran tarihsel-yapısal evrenle (devasa bir dolayımlanmış imajla yüklü) ilişkili bütünüyle. Dolayısıyla sahiden mesele üç-beş alkış, “doğru yaptı-yanlış yaptı” meselesi değil. Aşağıda bunu izah etmeye çalışıyorum. Şu da var: mesele üç-beş alkış değilse, o halde alkıştan yola çıkarak neden hayal kırıklığına uğruyor olduklarının, “yoksa Demirtaş’ın içinde saklı bir Majid mi vardır?” sorusunu nasıl sorabildiklerinin, eşitlikten dem vururken bahşeden özne pozisyonuna, tahammülsüzlüğe doğru nasıl kayabildiklerinin, alkışın kimlikleri için neden acil durum çağrısı ilan edebildiğinin cevabını da yine rahatsız olanların kendileri vermeliler bence. Kendi üzerlerine düşünerek.

2. Haneke niçin “filmde Majid’in mi Georges’un mu yalan söylediğini tam olarak bilmiyoruz”, diyor?: Önceki yazıda bahsettiğim Haneke söyleşisine bakmış Türkmen. Yazının hemen başında Haneke’den aktardığı sözler önemli. Lakin Türkmen bu sözleri yine tarihsel asimetriyi simetriye çevirerek anlamayı tercih ediyor. Kendisinin “eylemler” olarak bahsettiği 17 ekim 1961 Paris Katliamı’nın, bu tarihsel hakikatin, saklı olan olduğunu yine görmek istemiyor. Haneke, “Majid’in mi Georges’un mu yalan söylediğini bilmiyoruz” derken, bunu tarihsel hakikatle, katliamla ilgili olarak söylemiyor elbette. Görelileştirilmeye açık olmayan bu tarihsel hakikati temsil edilemez olarak bırakıyor; çünkü tüketilebilir ve hazmedilebilir olmasını istemiyor. Filmin etik bir alan açmasına imkan veren sorusu şu: “Katliam oldu ve nasıl saklanabildi?” Bu kurucu soruyu,  kaçırdığımız andan itibaren “Hepimiz yaralıyız”, “Hepimiz kurbanız”, “Mesele karmaşık, Majid’ler de şiddet dolu” patinajını yapmaya başlarız. Bir kez daha şunu söylemeliyim: derin tarihsel yarığı, Majid’in ya da Georges’un iyi ya da kötü, dürüst ya da yalancı, samimi ya da art niyetli olmasıyla ilişkilendirmekten, meseleyi kişisel özelliklere yıkmaktan özellikle imtina eder Haneke. Böylelikle, seyircinin güvenli bir ahlaki pozisyona yerleşerek filmi seyretmesine engel olmaya çalışır. Esas mesele, ortak yaralarımız, acılarımız falan değil, bu derin yapısal-tarihsel yarığı görebilme/gösterebilme meselesidir. Dolayısıyla önce tarihsel hakikatin nasıl saklanabildiği, buradaki yapısal şiddet, bu şiddetin bir sonucu olarak kazandığınız imtiyazlar üzerine tefekkür etmek gerekiyor. Bu tefekkür olmadan diyalog ve uzlaşma çağrısı, her zaman inkar söyleminin bir parçası olur/oluyor. Türkmen’in yazısında yer alan iyi mazlum-kötü zalim ayrımı yaptığıma yönelik imayı gidermek için de önceki yazıdan şu satırları buraya yeniden alayım.

“Bu Georges’u kötü biri mi yapmaktadır? Hayır. Zaafları da, yalanları da, inkârı da, yüzleşme çabaları da samimidir Georges’un. Bütün bunlar, daha çok Georges’la, yalan söyleyerek hayatını değiştirdiği Majid’in (anne-babasını 17 ekim 1961 katliamında kaybeden Majid’i evlatlık almak isteyen ebeveynlerini, Majid’e attığı iftirayla vazgeçirmeyi başarmıştır Georges) arasında sadece ikiye ayrılmış bir geçmiş değil, coğrafi, toplumsal ve duygusal olarak da hukuksuzluk içeren derin bir yarığın, kırılmanın olduğunu anlatabilmek içindir. Bu, Georges’u kolektif kötülüğün bir parçası yapmaktadır. Haneke, Georges’ları, kendi üzerine düşünmeleri, hayatlarını yalanlarıyla değiştirebildikleri Cezayirli Majid’ler karşısındaki ayrıcalıklı konumlarını görebilmeleri için kışkırtmak, rahatsız etmek ister. Çünkü, Georges’lar suçluluk duyarken inkâr da etmekte, korku ve endişe duymanın yanında öfkeli bir biçimde kendilerini savunmaktan vazgeçmemektedir. Hatta çok defa kendilerini kurban gibi görürler, iyi ve masum olduklarına dair güçlü bir inançları vardır. Majid’in oğluna ‘Ben sorumlu değilim!’ diyerek haykırır Georges.”

3. Post-kolonyal karşılaşmalar meselesi: Bu karşılaşmalar üzerine teorik bir tartışma yapmıyoruz; ama yapıyor olsaydık Türkmen’in tahayyül ettiği karşılaşma, sahte uzlaşma içeren, asimetriyi devam ettiren karşılaşma örnekleri içine dahil edilirdi. Ayrıca, Haneke’nin Saklı filminden “saklı Majid” çıkarabilmek, buradan spesifik olarak Demirtaş’a doğru yer değiştirebilmek, simetriye ve uzlaşmaya dönen bir karşılaşma hayali, adeta iç içe geçen aynalar gibi tam da Haneke’nin göstermek istediği şeyi doğruluyor: post-kolonyal dünyada kolonyal karşılaşmalar devam ediyor! Bu yüzden saklı fantazilerin ve korkuların sürekli ifşa edilmesi gerekiyor. Teoriyi biliyor olmak, bir şeyi biliyor olmak, öznelliğinizi kuran inanç dünyasını, tarihsel-kültürel varlıklar oluşumuzu çoğu zaman değiştirmeye yetmiyor –bu da son dönem ayrımcılık çalışmalarında üzerinde durulan en önemli meselelerden biri, sanıyorum. Artık ayrımcılık, açıkça ifade edilemediği için fantastik düzeyde işliyor. Çoğu zaman da şu cümleyle: “Çok iyi biliyorum ama yine de…” Dolayısıyla da yüzleşme bilgisine, teorik bilgiye sahip biri aynı zamanda “beyazların madunlaşmasından,” hatta “beyazın olmayışından” falan da söz edebiliyor.  

4. İdeolojinin yüce nesnesi olarak ezilenler: Türkmen’in yazısının son paragrafı, Cumhuriyet’in tarihsel evrenine ait dil ve imaj repertuarını sahneye çağırıyor sanki, bu yönüyle de inkârın ikrârı adeta. Aydın, penceresinden idealize ettiği ezilenlere/ötekilere bakıyor. Ezilenler, kanlı canlı bir şeye dönüşüp başkalıklarını görünür kıldıklarında, içine sokuldukları çerçeveden dışarıya taştıklarında, nihayet sahici bir karşılaşma ortaya çıkıyor, yani cam kırılıp hakikat içeri sızıyor. Bu başkalığa maruz kalındığında peki ne oluyor? Camı tamir etmenin yolları aranıyor; ezilenlere onlar için ne çok şey yapıp fedakârlık edildiği hatırlatılıyor, yapılanlar sayıp dökülüyor. İşte o zaman hakikat de pul pul dökülmeye başlıyor. Bu yüzden asimetriyi devam ettiren sahte uzlaşmalar, kolaylıkla, sizi tarihsel bir özne yapan kimliğinizin girdiği ilk kriz anında, ilk acil durum çağrısında, ötekinin başkalığını tanımak konusundaki tahammülsüzlüğe dönüşebiliyor. Şu da var: Hdp’ye katılıp çalışan hiç kimse Hdp’ye bir şey bahşetmiş olmuyor bence. Hdp için çalışan biri, sırf Hdp’de çalıştığı için de hayatın asimetrilerinden muaf olmuyor.

5. Son söz: Önceki yazıda Saklı’nın Fanon’la akrabalığından söz etmiştim. Kapanışı Steve Biko ile yapmak farz oldu. Biko, Siyah Bilinci’nde[1] siyahların ne istediklerine neden sadece kendilerinin karar vermesi gerektiğini anlatır. Beyazlık hallerinin, beyazların sadece beyaz oldukları için sahip oldukları ayrıcalıkların ideolojiler ve siyasetler üstü işlediğini, Marksistlerin, Komünistlerin, solcuların ya da liberallerin beyazlıklarıyla hiçbir hesaplaşmaya girmediklerini, kimi zaman savunma mekanizmalarıyla bunu fark bile etmediklerini, kimi zamansa kasıtlı bir kaytarma oyununa girdiklerini söyler. Mesele hiç de “siyahlar sorunu” falan değildir; önce sorunun beyaz ırkçılığı olduğu kabul edilmelidir. Solcular ve liberaller adalet kavgası verecekleri yerin kendi toplumları olduğunun farkına varmalı, siyahlar adına konuşmaktan, akıl veren, yol gösteren olmaktan vazgeçmeli, siyah bilincin gelişmesine “bu da yanlış!” diyerek en hafifinden hınç beslememelidir. Şöyle diyor bir yerde: “Sınıf analizini bir savunma mekanizması olarak benimserler ve buna ikna olurlar çünkü bunu daha konforlu bulurlar. Ve tabii bunların bir kısmı aşırı şekilde bağnaz, dogmatik, had safhada kibirlidir. Hakiki bir Marksist olabilmek için, kendilerinden ne derece feragat etmek zorunda olduklarını pek de bilmezler.” Şaşırtıcı olmayacak ama ekleyeyim: Bu eleştirilerinin öz-savunma mekanizmalarıyla tepki topladığını da ekler Steve Biko.

Hülasa, mesele sahiden de üç-beş alkış değil, üç-beş alkışın içine yerleştiği derin yarığın ta kendisi. Dilsel, politik, etik özneler olarak kaderimizi kat etme ve üstlenme/sorumluluk alma, tarihsel-toplumsal farkların ürünü oluşumuzu kabullenme meselesi.


[1] Steve Biko, Siyah Bilinci, Barış Ünlü (der.), çev. Onur Eylül Kara, Ankara: Dipnot, 2014, s. 117.