Her odaya bir heykel

Sanatçı Yasemin Özcan Artinternational’a geç kalışının öyküsünü anlatıyor.

YASEMİN ÖZCAN
yaseminozcaninfo@gmail.com

Sonbaharın gelişini ilan eden bir cumartesi sabahı, Artinternational Sanat Fuarı’na doğru yola çıkmak üzere hazırlanmaya başlıyorum. Bir kahve daha içip, küçük odaya geçiyorum. Gardırop ve ıvır-zıvırın ikamet ettiği, giyinme odasına dönüşen küçük odaya.

Hızlı değişen hava koşullarına uygun ve servisi yakalamaya istekli bir hızda giyinip, kapıyı açmak üzere kolu çeviriyorum. Evde o anda yalnız olmama karşın, kapadığım kapı açılmıyor. Nasıl olur hissiyle kalıyorum bir an. Ben şimdi odada kilitli mi kaldım? Evet. Tekrar asılıyorum kola. Açılmıyor! Ön taraftaki kol eşzamanlı dönmüyor, buzlu camdan görebiliyorum. Kilitli kaldım!

Cep telefonum dışarda, evin anahtarlarının olduğu herkes kapıların ardında.

Nefesim hızlanıyor, “Sakin ol” diyorum kendime. Muhtemel bir macera... Ancak, bir anda giden özgürlük hissi fena. En kötüsü camı kırarım, biraz aksiyon. Aksiyon da, ne gerek vardı? Varmış.

Önce işime yarayacak alet-edevat bakıyorum. Malum, giysi odasındayız, her şey tekstil, yumuşak doku. Nerde bir yıldızlı tornavida... Sert bir şey ararken fark ediyorum; elden çıkarmak üzere ayırdıklarım da odada.

Seramik bir çanağın içindeki heykeli görünce çok seviniyorum. Mimarca’da tasarım-üretim mesaimden, bir röprodüksiyon hediye (1997). Bu heykelle kırabilirim camı. Geriye, cam kırığı yaralanmalarını hatırladığımdan, teni açıkta bırakmadan giyinmek kalıyor.

O da kolay, giysi odasındayım. Zarar görürse az üzüleceklerimden oluşan bir koleksiyonu giyiyorum üzerime. Kafama şapka, boynumu kapamak üzere fular, kalınca bir mont, anneannemden kalan tek bir keçe eldiveni de takıp, bir yetişkin gayretiyle krizimi yönetmeye çalışıyorum. Güneş gözlüğü de buldum, hazırım. En doğru açıyı kestirmeye çalışıyorum.

Bu arada bütün o, cam-ayna kırılmış sanat performansları bir bir geçiyor aklımdan. İstanbul, Venedik bienalleri. Böyle olacakmış benim tekil performansımın süreci...

Sanat Fuarı’na gitmek üzere verilen performatif özgürlük mücadelesi.

Nefesimi tutup çıkacak gürültüye mini bir duygusal hazırlık yaptıktan sonra, heykeli hesapladığım noktaya güçlü biçimde vuruyorum. Beklediğimden farklı bir sesle, heykel kırılıyor. Cam değil. O anda hatırlıyorum, kaidesinden ayrılan bu figürü, zamanında ben yapıştırmıştım.

Olay inceldiği, heykelse kırıldığı yerden kopuyor.

Artık o an çaresizlik hissi geliyor, “Yok mu şu odada camı kıracak bir şey?” derken.

Feng Şui’ye göre ödüllerin ideal biçimde durabileceği nokta olarak belirlediğim, gardırobun (yükseklik 2,2 metre) tepesindeki ödülleri mutlulukla hatırlıyorum. Günümüz Sanatçıları değil de, kaidesi kalın bir mermer olan, De Beers Takı Tasarımı Ödülü beni özgürleştirecek...

Sevincim sonsuz. Merdivensiz odada, kalorifer peteğinin üzerine çıkarak ödüle uzanıyorum. Düşmeden, ödülle yere inip, yeniden aksesuarlarımı giyiniyorum. Şapka, gözlük, eldiven. Vücut ısısı, kalın giyinmekten mütevellit, bir miktar artmış. Adeta, iç mekânda sonbahara övgü.

Son bir konsantrasyonla nefesimi tutup cama vuruyorum. Beklenen tansiyon çözülüyor, cam şangırtıyla yere iniyor. Elimdeki ödülle, mutlu bir şekilde, öndeki kolu çevirip kapıyı açıyorum. Fuara gecikmiş, ancak performatif süreçten geçmiş ve uzun düşünme fırsatı bulmuş biriyim.

Coğrafyanın meselelerini, okuduğum sabah haberleri güne başlamayı engellediğinden içtiğim ikinci kahveyi düşünmeden, “Hadi bu odadan camı kırıp çıktım, ya diğer çıkışlar?” diye düşünmeden edemiyorum.

İnsan yok yere özgürlüğünden olunca neler düşünüyor...

Kategoriler

Kültür Sanat Sergi