KONUK YAZAR

Bu bölümde internete özel konuk yazarlarımızdan ve okurlarımızdan gelen yazıları yayımlıyoruz. Bu köşede yer almasını istediğiniz yazıları çekinmeden yollayın. Burası sizin pencereniz...

Yerevan Bahçesi’nde yürürken - CENK BURDUROĞLU

Seine Nehri kıyısında yürüyorum. Güneşli sayılabilecek soğuk bir sonbahar günü. Bunca yolu gelmişken görmeden geçmek istemediğim, kendimce çok özel bir yere doğru yürüyorum: Erivan Bahçesi’ne. Ne hissetmem gerektiğinden emin değilim. Tek bildiğim orayı görmeden dönmemem gerektiği.

Bahçeye yaklaşıyorum. Uzaktan bir siluetini görüyorum Gomidas heykelinin. Ben yaklaştıkça heykel büyüyor da büyüyor. Artık önündeyim. Yapıldığı yıl kıyametlerin koptuğu ancak sonrasında her zaman olduğu gibi varlığı unutulan, unutturulan bu heykel, yaşadığı ülkenin batısında doğmuş, sadece önüne konulanı okumuş, iki üç özel kanalda verileni seyretmiş birçoklarımız için pek bir şey ifade etmiyor haliyle. Farkında bile değilller kendilerinden farklı insanların yaşadığının. Tahhamülleri yok malum acılardan bahsedenlere.

O coğrafyalarda hiç yaşamamış; hayatında kiliseyi bile İstanbul’a geldiğinde görmüş; okulda güne rahat, hazır ol komutlarıyla başlamış; komşu ülkelerin bize ait toprakları almak için her şeyi yapacağını anlatan ders kitapları okutulmuş bir insan olarak, benim için orada olmanın anlamını tarif etmek gerçekten zor. Gomidas’ın yüzündeki acı ifade bu coğrafyalarda yaşayan hepimizin alt benliği aslında. O ifade ile yaşayıp bizden istendiği gibi yapay dünyamızda gülümsüyoruz etrafımızdakilere.

Bu coğrafyanın ürünü olan binlerce müzik eserinin günümüze ulaşmasını sağlamış Gomidas’ın bu hüzünlü halinden etkilenmemek mümkün değil. Heykelin arka tarafında duran ve eğer etrafında dolaşmazsanız göremeyeceğiniz kız çocuğuna takılıyor gözüm. Aynı hüzün ve korku ifadesi onun da yüzüne sinmiş. Heykelin önünde yeni konmuş taptaze çiçekler. Yılların yaşatamadığı birçok şeyi renkleri ile anlatıyor bizlere. 2002 yılında David Erevantzi tarafından yapılan bu heykel her şeyi o kadar güzel anlatıyor ki, size sadece susmak ve Erivan Bahçesi’nde kısa bir tur atmak kalıyor. Paris’in en güzel yerinde konumlandırılmış olan bu bahçe bizim yapamadıklarımıza ya da yapmak istemediklerimize dair birçok soruyu da getiriyor beraberinde.

Bu yazıyı yazarken gazetelerin çoğunun farkında olarak ya da olmayarak yazdıklarına göz atıyorum. Nereye geldiğimiz ya da gelemediğimiz o kadar açık ki... Bu coğrafya doymamış düşmanlığa, akan kana, bu kadar nefrete. Ülkede hala birşeylerin üzerini örtecek kadar toprak varmış. Yıllarca okuduk ve daha çok okuyacağız anlaşılan.

Bütün bunları düşünürken, bazı duyguları içimden geldiği gibi kelimelere dökmek de zorlaşıyor. Zihin şuursuzca ilerlerken kağıda yerleşen kelimeler tecrübelerine bakarak kelepçeleyiveriyor kendini. Kendi yasağını kendi koyuyor içinde yaşadığı disiplinle.

Düşünüyorum da oraya gideli aylar olmuş. Üzerinden bu kadar zaman geçmesine rağmen hislerim ne kadar da taze. Ben bu derece etkileniyorsam bu olayları yaşayan insanların neler düşünüp nasıl hisler içersinde olduğunu düşündüğümde içim daha da fazla acıyor. Ne kadar önemliymiş diyorum insanın anneannesinin fotoğrafının komodinin üst çekmecesinde olduğunu bilmek, onu kendi istediği yere gömebilmek, özlediğinde mezarını gidip ziyaret edebilmek.

Geçtimiz günlerde ‘’Soykırımı İnkar Yasası’’ çıkarmış bir ülke aslında söz ettiğimiz. 2003 Yılında bu anıtı şehrinin en güzel yerine koyan da aynı ülke. Ancak tuhaf olanı bütün bu olayları yaşayanların aslında bizler olması. Yani tarihimize ve geçmişimize sırf bizler farkında olalım diye müdahalede bulunan başka bir ülke. Kulağa tuhaf geliyor gerçekten. Aslında Gomidas apar topar sürüldüğü İstanbul’da aynı anıtla varolmalıydı. Aynı ifadeyle bakmalıydı bizlere. Altında aynı özür ile birlikte şehrin en güzel yerine konumlandırıp yüzü boğaza dönük seyretmeliydik onu. Her şeyi geride bırakmışcasına... Keşke...

Bu hisler bana Bercuhi Berberyan’ın Ermenistan’da Bir Türkiye’li kitabında yazmış olduğu bir paragrafı hatırlattı. Minicik bir metne bu kadar güzel sığdırılabilir düşünceler. Bu yazıyı yazmaya başlarken, aklımdan geçirdiğim tek şey bu paragraftı:

‘’Ben sevgiden yanayım... daima. Sevgi çözümdür. Geçmişin güne, günün geleceğe bağlanması kaçınılmaz... Ama ne geçmişe ne de güne takılıp kalınmaz. Geçmişten gelen, günde derlenir, geleceğe devredilir.

Yok saymak mümkün değil... ama unutmak pekala mümkün. Unutmak da şart değil. Sindirmek yeter. Bilmek, sindirmek ve yenmek gerekir. Öğrenecek insanoğlu bir gün... ki sevgi çözümdür. Sevgi çaredir. Sevgi Tanrı’dır. O zaman belki dünyadaki tüm sınırlar kalkacak... belki... Kim bilir? ‘’

Durmalı ve tekrar düşünmeli insan. Ne kadar daha kaybeder kendisini? Daha ne kadar birbirine bağlanamayacak tutarsız açıklamalar içerisinde bulur kendini? Bu gaflet anı kaç tanık daha bırakır ölüm yıldönümlerinde? Daha ne kadar insan yok yere kaybolup gider kaldırım köşelerinde?