KONUK YAZAR

Bu bölümde internete özel konuk yazarlarımızdan ve okurlarımızdan gelen yazıları yayımlıyoruz. Bu köşede yer almasını istediğiniz yazıları çekinmeden yollayın. Burası sizin pencereniz...

Zamane Fatihleri İçin 3 Boyutlu Fetih* - Zeynep Ekim Elbaşı

Konstantinopolis’in Osmanlılar tarafından ele geçirilmesinin 558. yıldönümünde, yine görkemli kutlamalara tanık olduk. Bir taraftan bakınca ‘fetih’, öte taraftan bakınca şehrin düşüşü, işgal… Bir yandan kahramanlık, bir yandan keder, yıkıntı… Şehrin dört bir yanında afişler, flamalar, fethi kutlayan parti liderlerinin fotoğrafları vardı geçtiğimiz günlerde.

Bu önemli tarihi olayının bir de müzesi var: 2009’da açılan ‘Panorama 1453’, tam da ‘Türk-İslam sentezi’ denilen fikriyata göre tasarlanmış, üç boyutlu bir müze. Tanıtım metni, fethin nasıl da askeri, militarist bir bakış açısıyla ele alındığını zaten hemen ele veriyor: “Burası Topkapı, İstanbul kuşatmasının en çetin geçtiği, aşılamaz denilen surların aşıldığı, kutlu askerlerin bekledikleri günün yaşandığı yer… İstanbul’un fethe açılan kapısı… Burada İstanbul’un fethine yeniden tanık olacak ve kente giriliş anını neredeyse aynen yaşayacaksınız. Macar topçu ustası Urban’ın döktüğü toplara dokunup Kostantinopolis’in surlarına doğru onların patlamalarına şahit olacaksınız. Sultan II. Mehmed’in binlerce askerinin tekbir seslerini ve Mehter Marşı’nı duyup, belki de eşlik edeceksiniz.”

Girişte, merdivenlerden yukarı doğru çıkarken önce gökyüzünü görüyoruz. İlkin kendini gerçekten açık havadaymış gibi hissediyor insan. Panoramik görüntüyü seyredeceğimiz müzenin içine girdiğimizde ise önce top sesleriyle irkiliyoruz; hemen ardından o tanıdık ezgi geliyor: Mehter Marşı. Tüyler ürpertici bir savaş alanının içine düşüveriyoruz bir anda… Koşup kaçası geliyor insanın ilk önce. Öyle ya, topların atıldığı, insanların kanının oluk oluk aktığı bir savaş cephesinde sıradan insanın ilk tepkisi kaçmak, canını kurtarmak olmaz mı!

Ama bunun alt tarafı bir müze olduğunu hatırlayıp kendimi biraz zorlayınca görüntüye ve seslere yavaş yavaş alışıyorum. Yakılan, yıkılan, parçalanan surların gölgesinde sedyelerde taşınan, surlardan düşen, üzerlerine kızgın yağ atılan, patlamada yanan askerlerin görüntüleri var. Sultan II. Mehmet, atıyla ve bütün heybetiyle savaş alanında; Ulubatlı Hasan ise kaleye Osmanlı bayrağı dikmekte. Hepsi çok gerçekçi…

Osmanlı askeri kılığındaki müze görevlisi ise gerçekçi olmaktan öte komik görünüyor. İçerisi İstanbul’un diğer müzelerinden bir bakıma epey farklı, çünkü ortalıkta hiç yabancı turist yok. Müzeyi ziyarete gelenlerin ya da getirilenlerin çoğu ilkokul, ortaokul ve lise öğrencileri. Aslında bu savaş görüntülerini görmeleri çok sağlıklı olmayacak yaştaki çocuklar yani. Gerçi onlar şimdilik hallerinden memnunlar; hatta çoğunun ikinci gelişiymiş müzeye…

Birkaçına müzeyi nasıl bulduklarını soruyorum. Gelen cevaplar hep aynı: “Çok güzel, çok duygulandık, çok heyecanlandık.” İçlerinden biri “En çok şundan etkilendim” diyor, parmağının işarete ettiği yöne baktığımda, bulutlardan başka bir şey göremeyince çocuğa soruyorum. Meğer bulutlarda Fatih Sultan Mehmet’in silueti varmış, dikkatli bakınca görülüyormuş. Bakıyorum, bakıyorum ama hayır, bir türlü göremiyorum.

Derken arkadan bir ses işitiyorum; dönüp bakıyorum. Okul hayatımdan gayet aşina olduğum sahneler: Bir öğretmen, padişahtan ‘adam’ diye bahseden öğrencisine kızıyor: “Adam denmez, koskoca Fatih Sultan Mehmed o!”

Sonra benim gibi bulutlarda Fatih siluetini arayaduran yetişkinlere soruyorum: “Nasıl buldunuz müzeyi?” Biri çok etkilenmiş, ama endişeli de: “Baksanıza, nasıl kurtarmışlar İstanbul’u. Her geldiğimde heyecanlanıyorum. Bu sefer arkadaşlarımı da getirdim. Gerçekten çok güzel. Şimdi Doğu’dan gelenler bu güzelliklerin üzerine konmak istiyor.”

Bazı diyaloglara ise kulak misafiri oluyorum. Bir kadın, arkadaşına soruyor: “Hani, düşmanlar nerde, hangileri bizimkiler?”

Onlar bulutlarda siluet aramaya devam ederken, ben gördüklerimle yetinip, merdivenlere yöneliyorum. Müzenin çıkışında, binanın alt katındaki duvarlarda, üzerlerinde resimler ve ‘bilgilendirici’ notların yer aldığı panolar görüyorum. İstanbul’un ele geçirilişinin Hıristiyanların ve Yahudilerin umudu olduğu, 1453’ten sonra İstanbul’un tüm dünyaya örnek olan bir şehir haline geldiği ve 550 küsur yıldır bir barış şehri olduğu anlatılıyor.

Bugün, 2011 yılında, Türkiye’nin öyle veya böyle büyük değişimlere gebe olduğu ve bunun sancılarını yaşamakta olduğu bir zamanda, geçmişe, Osmanlı mirasına bakışımız nasıl bu kadar tek boyutlu, bu kadar kestirme ve bu kadar indirgemeci olabiliyor diye düşünüyorum. Panorama 1453’ten çıkınca. Sığ bir hoşgörü söylemi ve bunun dışında da düşmanlık duygularını küçük çocukların zihinlerine zerk eden bir ‘Vatan Millet Sakarya’ edebiyatından mı ibaret yeni zamanların ideolojisi? Bizlerden geçmişi bu şekilde mi anımsamamız isteniyor? Peki, 558 yıl öncesini en ince ayrıntısına kadar hatırlıyoruz da, 96 yıl öncesini,  73 yıl öncesini, 56 yıl öncesini nasıl unutuyoruz? Unuttuğumuzu hatırlatanlara niçin kızıyoruz?

Sanırım bu soruların hepsinin cevabı tam da Panorama 1453 müzesini kuran zihniyetin sorgulanmasında yatıyor.

* Bu yazı, Agos'un 3 Haziran 2011 tarihli 791. sayısında yayımlanmıştı.