KONUK YAZAR

Bu bölümde internete özel konuk yazarlarımızdan ve okurlarımızdan gelen yazıları yayımlıyoruz. Bu köşede yer almasını istediğiniz yazıları çekinmeden yollayın. Burası sizin pencereniz...

‘Kılıç, gerekçesini her zaman bulur!’ - ÖMER FARUK

Başlık Ortadoğu’nun az konuşan/yazan münzevilerinden Abdûlgaffar El Hayatî’ye ait. Yüzyıllar önce sarf edilmiş bu söz henüz siyaset bilimi bir “disiplin” olarak hasıl olmadan bütün bir insanlık tarihi veri alınarak söylenmiş sanki. “Kılıç”ın ganimet, fetih, işgal gerekçeleri, kendine her zaman için bir düşman bulma yeteneği göz önünde bulundurularak ifade edilmiş bir söz. Henüz ulus devletler organize olmadan, henüz her ulus devletin bir diğerinin düşmanı olacak biçimde kendisini tahkim etmediği bir zaman diliminde, henüz bütün yurttaşların zorunlu askerlik yapmaya mecbur bırakıldığı düzenli ordular kurulmadan, henüz bütün yurttaşların ulus devletin cinayetlerine ortak olduğu savaşların yaşanmadığı bir insanlık döneminde tehlikenin farkına varmış…

Kendini modern, çağdaş, uygar, asri gibi cafcaflı lakin içi boş laflarla tanımlayan günümüz insanı ise salt 2. Dünya Savaşı’nda 100 milyon insanın ölümüne neden olmuş. Açıkça söylemek lazım: “Herhangi bir tür bizi yok edecekse, bu hiç kuşkusuz kendi türümüz olacak. Davis, s. 458”

Abdûlgaffar El Hayatî’nin derdini edinerek devam edelim: Modern devlet, “Özü ödev ve sorumluluklar ağı içerisinde oluşan bir itaat ilişkisine dayanır. (…) bir yandan düzen ilkesine uygun olarak insanı biçimlendirme araçlarını, diğer yandan da bu düzeni muhafaza edecek aygıtları içinde taşıyan örgütlü bir güç olarak kurumsallaşır. Bu kurumsallaşmanın önemli bir veçhesi olan zorunlu askerliğe dayalı kitlesel ordu, çok merkezli bir rol oynayarak, savaş zamanı kadar ‘barış’ zamanında da tüm nüfusun gündelik hayatını biçimlendirir hale gelir. Çarklardaki Kum, Çınar, & Üsterci, s. 11”

“Militarizm, askeri varlığın, kavramların, değerlerin, yöntemlerin savaşma ve sınır bekleme işlevleri dışında diğer toplumsal-politik-ekonomik alanlarda da kabul görmesi ve uygulanmasıdır. Bu nüfuzun dozu, bir ülkedeki militarizmin dozudur: siyasette, hukukta, ekonomide, kültürde, eğitimde, diğer sosyalizasyon alan ve kurumlarında.// Savaş, faili devletler olan, toplu cinayettir. Savaşan devlet yalnız karşı tarafın askerlerini öldürmez, kendi askerlerini de katletmiş olur.// Devlete/orduya nefer yetiştiren anneler, başka annelerin çocuklarını katletmiş olurlar.// Askerlik (ordu), Freud’un dediği gibi aynı kilise benzeri, ‘total kurum’lardan biridir: Otoriter, totaliter, hiyerarşiktir; eleştirel akla değil sorgulanamaz emre dayalı mekanik ve kurumsal bir yapıdır.// Askerlik hizmeti, vatan-millet-devlete karşı bir ödev diye meşrulaştırılamaz. Savaşmaya ve savaş için eğitilmeye karşı çıkmak, belli bir coğrafyadaki her yurttaşın ve aynı zamanda dünya vatandaşının insanlığa, toplum(lar)a –türün üyelerine karşı borcudur.// ‘Ben askere gitmem’ dememeli, ‘kimse askere gitmesin’ demeli; ‘çocuklarımızı askere göndermeyelim’ denmeli. Çarklardaki Kum, Parla s. 96, 97”

Bu kısa ve zorunlu girişten sonra konuya girelim…

Bu topraklarda çok kan aktı. Savaşarak, öldürerek sorunu çözmek neredeyse tek/esas yöntem olarak seçildi. 20 (1925-1945) yıl süren tek parti döneminde Dersim ve İstiklâl Mahkemeleri faciası yaşandı. Ardından üç askeri darbe geldi. ’80 öncesinde yaklaşık beş bin insan çatışmalarda hayatını kaybetti. Darbeden sonra 517 kişiye idam cezası verildi -57 kişi asıldı, 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı, 171 kişinin işkencede öldüğü belgelendi…Sivas, Maraş, Çorum kıyımları hâlâ dokunabileceğimiz kadar yakın.  29. Kürt İsyanı’nda ise elli bin civarında olan bir insan kaybından söz ediliyor. 3500 boşaltılan köy, yüz milyarlarca dolar silaha ayrılan para, 17.500 faili meçhul, toplu mezarlar, sahibini arayan insan kemikleri, Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan akıl almaz işkenceler ve bugünlerde ortaya çıkan taş atan çocukların cezaevinde maruz kaldığı tecavüz: Tecavüz!...Çocukların uğradığı tecavüz!

Bir mağdurun çığlığına kulak verelim; -lütfen, lütfen!: “Zerre kadar insanlığı olan nasıl yıkmaz o duvarları, nasıl kurtarmaz sizi o zalimlerin elinden…(…) Eğer avazınız çıktığı kadar bağırmıyorsanız hepiniz bu günahın ortağısınız. (…) Hesap sormak istiyorsanız, niyetiniz bu alçaklığı deşifre etmekse sadece, faili belli. Kuşlar bile konamaz cezaevlerine devletten habersiz (abç). Şalış

Tüm bunlar yurttaşların gönüllü katılımıyla oluşturulan bir ortak “toplumsal mutabakat” gerçekleştir(e)memek yüzünden oldu. Devletin kendi düzenli, disiplinli ve aynılaştırıcı militarist doğrusunu zor kullanarak yurttaşlara dayatmasının bu sonuçtaki payı çok büyük, temel. Zira devletin bileşenlerini Türk, Sünni Müslüman, erkek ve yaşlılar oluşturuyor. Kürtler, Ermeniler, Aleviler, ateistler, Hırıstiyanlar, kadınlar, eşcinseller ve gençler dışarıda kalıyor.(=Adını an(a)madıklarım bağışlasınlar…) İdeolojik terkibini ise kapitalist, milliyetçi, duruma göre laik ya da dinci, militarist, devletçi, otoriter, hiyerarşik,  heteroseksist, insanmerkezci (antroposantrik) unsurlar ve demokrasi düşmanlığı oluşturuyor.

Lafı dolandırmayalım: Öldürmenin suçu, günahı, ayıbı, zalimliği, kötülüğü devlete kalmalı. Bu suç, günah, ayıp, zalimlik, kötülük için hiçbir mazereti olmamalı.

Sol devleti kendi suç, günah, ayıp, zalimlik ve kötülükleri ile baş başa bırakmaya yönelik bir siyasi hat izlemeli. Militarist devlete militarist yöntemlerle karşı çıkmaktan vazgeçmeli, geçmişindeki hatalarla yüzleşmeyi becermeli, benzer sorunlar yaşanmaması için anti-militarist bir söylem/yöntem üzerinden düşünmenin imkânlarını zorlamalı: Vicdani red’i temel ilkelerinden biri haline getirmeli. Açıkça ifade edelim: 12 Eylül öncesinde silaha sarılan Türk solu hata yapmıştır, bu hatasıyla yüzleşmelidir; 1984’de isyan eden, dağa çıkan Kürt solu da militarist yöntemler kullanarak militarizmi güçlendirmektedir.

Söylenenler fazla hümanist gelebilir, hiç sakıncası yok. Son iki yüzyılda insanlar sorun çözmek için militarizmi denedi, sonuç ortada; hümanizme de sıra gelsin artık. Şu alıntı bile nasıl vahim bir militarist ulus devlet öldürücülüğünde yaşadığımızı gösteriyor: “Son yıllarda, ‘Her Türk Asker Doğar’ anlayışına tepki olarak gelişen ‘Her Kürt Gerilla Doğar’ söylemi de kadınları Türk milliyetçiliğinde olduğu gibi itaatkar eş, kutsal anne ve savaşçı kadın konumlarına hapsetmektedir. Handan Çağlayan’a göre Kürt kadınları silahlı mücadeleye şu sloganla çağrılmaktadırlar: ‘Savaşan özgürleşir, özgürleşen güzelleşir, güzelleşen sevilir.’ Çarklardaki Kum, Altınay, s. 131”

***

‘80 öncesinde sol içerisinde “zehirli” bir atmosfer de vardı. Sol kabaca SSCB (Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği), ÇHC (Çin Halk Cumhuriyeti), AHC (Arnavutluk Halk Cumhuriyeti) ve Latin Amerika yanlısı olmak biçiminde gruplara ayrılmıştı. Taraflar birbirlerine “sosyal faşist”, “Maocu bozkurt” ya da “goşist” diyerek hakaret ediyor, saldırıyor, dövüyor ve yaralıyordu: Bu çatışmalarda “silah”a, militarist yöntemlere de başvuruluyordu. 1 Mayıs 1977’ye taraflar,  “Taksim Meydanı’na almam/girerim” gerilimiyle gelmişlerdi. Ve olası bir çatışmaya karşı hazırlıklıydılar.

Zehirlenmiş ortam her tür provokasyon için son derece bereketli bir zemin sunuyordu.

Altını çizmek lazım: Sol devletin provokasyonuna değil, birbirine karşı hazırlıklıydı.

Sorun tam da budur: Toplumsalı dönüştürme iddiasındaki yapı kendisini zehirleyerek iddiasını zayıflatmış, provokasyonlara açık hale gelmiş, Militarizmin tuzağına düşmüştü.

Katliamla birlikte “düşüş” de başladı.

***

1989’da Duvar yıkıldı. ’80 öncesinde solun kulak kabarttığı koordinatların tümü çöktü. 1917’de başlamış, 72 yıl yaklaşık dünyanın 1/3’ünü kontrol eden, 2/3’ünü kendi gündemine davet eden bir pratiğin hayatta sürdürülebilir karşılığının olmadığı görüldü.

Neden? Esas soru bu!

Nerede hata yapıldı da 72 yıl çekim merkezi olarak varlığını sürdüren bir pratik iflas etti. Bu sorunun cevabı veril(e)mediği sürece Pan-Kapitalizmin saldırılarına mahkumiyetimiz sürecek, sürüyor...

Lakin memleket solu bu durumu kabul etmekte epey sıkıntı yaşadı, yaşıyor. Bütün dünyanın kabul ettiği bu “yenilmiş dil” ile konuşmayı sürdürüyor; hayat algısını bu “yenilmiş dil”den kuruyor: Miting meydanlarında bu “yenilmiş dil”in sembollerini taşıyor, hala.

Açalım: 1. Silahın, militarist yöntemlerin siyaset yapma aracı olarak seçilmesi büyük bir yanılgıdır. 2. Birbirleriyle konuşamayacak, birbirlerini hırpalayacak kadar katı yapılara bölünmüş olması bir diğer sorundur.

Sol tarihinin bu yanlarıyla yüzleşmemiştir. “Yenilmiş dil”i terk ederek, yeni bir dil ve pratik inşa ederek sorunlarını çözmek yerine hatalarını unutarak, unutturarak varlığını sürdürmeyi seçmiştir. Bu durum giderek daha çetrefilleşen sorunları biriktiriyor, saklamayı güçleştiriyor. Şimdi ise, inisiyatif alarak gündem oluşturan bir çizgiden yaratılan gündeme mahkum olan bir çizgiye düşmüş olmasının sıkıntılarını çekiyor, bedellerini ödüyor. Silahla, militarist yöntemlerle siyaset yapan geçmişini çoktan adını koyarak eleştirmesi gerekirken, 35 yıl öncesinde kalan bir tartışmayla enerjisini tüketiyor. Üstelik en zayıf olduğu dönemde bu tartışmaya maruz kalıyor.

1989’la birlikte yukarıda sözünü ettiğimiz bu “katı” yapılar çöktü, kulağını onlara dayayarak siyaset yapmaya çalışanlar da çöktüler: “Moskova’nın sesi, Pekin’in sesi, Latin Amerika Dağları’nın sesi…” sustu. “Kulak dayama yöntemi” ile siyaset yapmayı seçenler kendilerine dair iç bilgi* ve yöntem biriktirmedikleri için ayakta kalamadılar, darmadağın oldular…

Ve duvarlara çarpmaya devam ediyorlar…

***

Bir sonraki duvar onları bekliyor: Örgüt içi infazlar!

Bugün hala içinde yaşadığımız toplumsallığı her boyutuyla analiz eden evrensel düzeyde kabul görmüş bir çalışmadan yoksunuz. Siyasi stratejiler Doğan Avcıoğlu’nun İsmail Cem’in yazdığı Kemalist çıkarsamalar üzerinden yapılıyor.

MERAKLISI İÇİN…

-- Çınar Ö. H., & Üsterci C., :Yayına hazırlayanlar, Çarklardaki Kum: Vicdani Red-Düşünsel Kaynaklar ve Deneyimler, İletişim Yayınları, 2008.

-- Davis, James C., Taş Devrinden Bugüne Tarihimiz-İnsanın Hikayesi, çev.: Barış Bıçakçı, İş Kültür Yayınları, 2007.

-- Hayatî, Abdûlgaffar El, Hayata Dair Meseleler, çev.: Osman Fuad, Mesele Neşriyat, 1896, İskenderiye.

--Şalış, Yunus, Anne yemeği girmeyen yere tecavüzcüler nasıl giriyor? Radikal, 07 03 2012.

-- Dosya okunurken dinlenecek müzik önerisi: Khaçadur Avedisyan, Oratoryo, Kalan Müzik.

ofaruk8@hotmail.com

 

Nisan/Varlık Dergisi’nde yayımlanan yazının gözden geçirilmiş biçimi. Belirtmek lazım: Bu yazı sınırlı bir zihinsel kapasitenin ürünüdür ve hata yapmayı göze alarak kaleme alınmıştır.