OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Yeni anayasa ve Lozan

Yeni anayasa sürecinde olduğumuz şu günlerde (gerçekten öyle miyiz, o da şüpheli ya, neyse) ülkedeki ‘gayrimüslim azınlıklar’ için üzerinde durulması gereken bir husus da bu yeni anayasa ile Lozan Antlaşması arasındaki ilişki olacak ister istemez.

Türkiye Cumhuriyeti’nin, söz konusu antlaşmanın azınlıklarla ilgili hükümlerini uygulamaktan kaçınması bir yana, Lozan Antlaşması, aslında, günümüzde insan ve azınlık haklarının geldiği nokta göz önüne alınacak olursa geri bir anlayışı temsil eder. Buradaki azınlık hakları, I. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da istikrarı amaçlayan devlet düzeninin şekillendirdiği bir durumdur. O sırada Avrupa devletlerinin birinci önceliği uluslararası istikrarı sağlamak, böylece ikinci bir büyük Avrupa savaşını önlemekti (başaramadıklarını biliyoruz, bkz. II. Dünya Savaşı). Azınlık haklarıyla ancak bu çerçevede ilgileniyorlardı. Başka bir deyişle, uluslararası barış için bir tehdit oluşturmadığı sürece ulus-devletlerin içinde kalan azınlıkların durumu onlar için tali bir meseleydi. Ayrıca, azınlıkların durumu, uluslararası ortak platformlardan ziyade devletlerin ikili ilişkileri çerçevesinde ele alınacak bir mesele olarak görülüyordu. Belki günümüzle çelişen en önemli anlayış farkı, asimilasyona bakışla ilgiliydi, zira asimilasyonu, azınlık meselesini ‘halletmenin’ meşru bir yolu olarak görme eğilimi vardı.

II. Dünya Savaşı sonrasında ise, azınlık hakları kavramından ziyade insan hakları kavramı ön plana çıktı. Bu, çoğunluktan farklı din, dil, etnisiteye sahip olanların durumlarının bir uluslararası barış ve istikrar unsuru olarak değil, bir demokrasi ve özgürlük ölçütü olarak anlaşılması demekti. Fakat insan haklarının ön plana çıkması, meselenin, azınlıkların kolektif haklarından çok, özellikle etnisiteyle toprak arasındaki ilişkinin zayıf olduğu ABD’de, bireylerin ayrımcılığa karşı mücadelesi şeklinde anlaşılmasına yol açtı.

1990’ların başına gelindiğinde Avrupa’nın değişen devlet düzeniyle birlikte ortaya çıkan ‘yeni’ ulusal azınlıklar ve bunların güvenliğinin çoğunluğun tehdidi altında olması, bu ‘bireysel’ yaklaşımın gözden geçirilmesini gerekli kıldı. Neticede, azınlıkların kültürel varlığının korunması için tedbirler alınmasını öngören bir dizi uluslararası sözleşme hayata geçirildi. Günümüzde hâlâ tartışmaya açık bir nokta olmakla birlikte, bireysel düzeyde ele alınan insan hakları ile kolektif düzeyde ele alınan azınlık haklarının birbirleriyle çelişmediğini ve pekâlâ beraber uygulanabileceğini savunan bir anlayış geçerlilik kazanıyor. Dolayısıyla, ‘Lozan’ın altından çok sular aktı’.

Peki, Lozan ‘eskidi’ diye bir kenara mı koyacağız, vaz mı geçeceğiz? Bu sorunun yanıtı, net bir ‘hayır’. Gerçi, Lozan’ın fiili durumunu belirleyecek olan yeni anayasa olsa da, bu iki hukuki metni birbirinden ayrı değerlendirmek daha doğru olur. Umulur ki, yeni anayasa hem Ermeniler hem de diğer farklı kültür grupları için Lozan’dan daha çağdaş, daha geniş imkânlar sunsun, bu grupların varlık koşullarını çağdaş insan ve azınlık hakları düzeyine çeksin (gülmeyin; ne yapalım, biraz safça da olsa olması gerekeni söylüyoruz). O zaman Lozan’a atıf yapmanın fiili bir gerekliliği kalmayabilir. Yok, yeni anayasa beklentilerin uzağında kalır, bir hayal kırıklığı olur, her şey ‘eski tas eski hamam’ olursa, Lozan bir başvuru kaynağı olarak her zaman oradadır. Nihayetinde, devlet erkânının da sıkça vurguladığı üzre, Lozan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu antlaşması olduğuna göre, bu cumhuriyet var oldukça Lozan Antlaşması da ‘ilelebet payidar’ kalacaktır.

Yeni anayasanın azınlıklar ve insan hakları konusunda Lozan’ı aşıp aşamayacağını belirleyecek hususlardan biri, pozitif haklara yaklaşımı ve bununla bağlantılı olarak, özellikle yukarıda belirttiğimiz şartlarda 1990’larda –ve öncesinde– oluşmuş uluslararası azınlık ve insan hakları sözleşmelerini ne ölçüde benimseyeceğidir. Oldukça kapsamlı olan bu konuları da bir dahaki yazıda ele alalım.