VAHAKN KEŞİŞYAN

Vahakn Keşişyan

Rehineler, hamaset ve şiddet


Geçtiğimiz hafta Halep’te 11 Lübnanlı kaçırıldı. Kaçırılanların Şii oldukları anlaşıldı. Failin kim olduğu henüz belli olmadan Suriyelilere karşı bir gerilim oluştu Lübnan’da. Gerilim giderek arttı ve patlama noktasına geldi. Tüm tarafların liderleri art arda açıklamalarla sorunu nasıl çözeceklerini söylediler. Gün akşama dönerken, söylentiler Suriye’deki muhalif gruplar tarafından kaçırılan 11 kişinin Türkiye sınırından geçtikleri yönündeydi. Ardından, Türkiye’deki yetkililerden de açıklamalar gelmeye başladı. Kimi, rehinelerin güvende olduklarını, iktidar tarafından korunduklarını, kimi de İskenderun’a götürüldüklerini, oradan da Adana’ya geçirileceklerini söylüyordu. Rehinelerin aileleri bu haberi duyar duymaz havaalanına gittiler. Hizbullah Genel Sekreteri Seyid Nasrallah da taraftarları sükûnete davet ediyor, provokasyonlara kapılmamalarını istiyor ve Suriye Başkanı Beşir Esad’a teşekkür ediyordu.

Bu açıklamadan sonra Türkiye’den gelen haberler çelişkili bir hal almaya başladı. Rehineleri almaya giden Lübnan uçağının teknik sebeplerden ötürü Adana’ya iniş yapamadığı söylendi. Sonrasında da açıklamalar yavaş yavaş rehinelerin Türkiye’de olmadığını açıklamaya yöneldi. Ve tüm bu gelişmeler birkaç saat içinde yaşandı.

İşin aslı, bu 11 zavallı insanın kimsenin bilmediği bir yerde rehine tutulduğu… Bu işi yapanlar, muhtemelen Lübnan’da Şiilerin liderinden, yani Hizbullah’tan ve onun genel sekreteri Nasrallah’tan bazı tavizler bekliyorlar. Nasrallah’ın herhangi bir taviz vermedi ve rehineler de serbest bırakılmadı. Nasrallahın tek bir sözü, halkın yanı sıra taraftarlarının da, Hizbullah’ın bu insanları kurtarmak için siyasi tavizde bulunmaya hazır olmadığını anlamasına yetecekti.

Taviz ne kelime! Hizbullah Lübnan’da hükümetin en önemli kanadı olarak, Suriye meselesinde ülke siyasetine istediği yönü verebilme gücüne sahip. Örneğin, dışarıdan gelen silahların Suriye’ye girişini engelleyebilir. Bunun örneği, geçen hafta İskenderun limanından Trablus’a ulaşan ve başlıca yükü cephane olan gemiydi. Uluslararası örgütler olsun, Türkiye olsun, bu tutumundan vazgeçmesi için Hizbullah’ı sayısız kereler uyardı. Rehine krizi de, bu uyarıların son noktası oldu.

Bu hengâmede taraf belirlemek hiç kolay değil. Bir yanda Suriye yönetimi ve yandaşları her ne pahasına olursa olsun iktidarı kaybetmemek için her türlü şiddete başvurmaktan çekinmiyor. Diğer yanda ise, muhalifler iktidarı devirmek için uluslararası bağlantıları da devreye sokarak, masum turistlerin bile yaşamını tehlikeye atarak baskı kuruyorlar. Her iki taraf da eylemlerinde şiddetin kırmızı çizgisini çoktan aşmış durumda.

Her iki taraf da silahlı. Bolca para da var. Harcadıkları mermilere haklılık verecek ideolojik aygıtlarla da donanmış haldeler.

Ancak tarafsız kalmak ne mümkün? Tarafsızlık, atılan mermilere göz yummak demek. Tarafsızlık, olan bitene karşı suskun kalmak demek. Peki kimden yana olmalı? Demokrasiden yana olmak gerek demek kolay. Oysa demokrasi için o kadar çok şiddet uygulanıyor ki… Diğer yandan silahlı muhalefete karşıyız, barışçı gösterilerden yanayız da denebilir, ama bu da bir aldatmaca zira hükümetin istediği tam da bu.

Suriye meselesi Lübnan’a sıçramış durumda. Tarafların yöneticileri ve taraftarları; yani idealistler ve kiralık askerler her şeye hazırlar. İnsanlarda korku ve gelecek kaygısı günden güne çoğalıyor. En kötüsü de, bu şartlar altında olaylara dahil olmak, birkaç kuruş için kavgaya katılmak, silahlanmak ve öldürdüğün kelle başına komutandan para almak. Suriye’de olsun, Lübnan’da olsun, rastlanmayan şeyler değil bunlar. Sıradan insanlar, böyle böyle şiddetin parçası oluyor.

Bu tam da bir iç savaş değil mi? Korunmasız rehineler haline gelme tehlikesi, hepimizi tehdit etmiyor mu?