OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

1915’e giden yol (2)

Geçen hafta İngiliz arkeolog William Mitchell Ramsay’in tanıklığı üzerinden 31 Mart Ayaklanması sırasında ve sonrasında halkta gözlemlenen ruh halinden bahsetmiştik. Birçok farklı şehirde aynı zamanlarda, Hıristiyanlara, özellikle de Ermenilere yönelik katliam söylentisi çıkmış, gerginlik ve heyecan yaşanmış olduğunu belirtmiştik. Adana’da ise, bilindiği gibi, katliam bütün korkunçluğuyla gerçekleşmişti.

Hıristiyanlarda/Ermenilerde bu beklenti varken, acaba Müslümanların ruh hali neydi? Tabii ki bu soruya tek bir kaynak üzerinden cevap vermek doğru olmaz ama Ramsay bize bu konuda da bazı ipuçları veriyor. Arkeolojik çalışmalar için Konya etrafında çeşitli yerleri gezen Ramsay, Müslüman köylülerin Ermenilerin onları öldürmeye gelip gelmedikleri sorusu ile karşılaşır. Köylülerde bir telaş ve panik vardır, zira Ermenilerin yol üstündeki köyleri yakıp yıkarak kendi köylerine doğru ilerledikleri söylentisi çıkmıştır. O kadar ki, Ermenilerin 20 bin (!) kişilik bir ordu kurdukları ve bu ordunun Bozkır yöresini yerle bir ettiği konuşulmaktadır. Konya’nın dört saat güneyindeki bir köyde köylüler, köylerini terk edip dağlara sığınma hazırlığı içindedirler, zira köylerine gelen iki kişi, kuzeyden büyük Ermeni ordusunun yaklaşmakta olduğunu söylemiştir. Ramsay ve yanındakiler, köylüleri böyle bir ordu olmadığına güçbela ikna eder de köylüler köyü terk etmekten vazgeçer. Hatırlatalım, sene 1909.

Geçen hafta ve bu hafta söylediklerimizi birleştirirsek, ortaya şöyle bir manzara çıkıyor: Ermeniler de, Müslümanlar da kendilerinin kurban pozisyonunda olacağı bir katliam beklentisi içindedirler. Evet, Ermeniler açısından, tecrübelerinin de etkisiyle, bu daha yaygın bir beklentidir. Ama görünüşe göre en azından bir kısım Müslüman da bu kaygıyı taşımaktadır. Denebilir ki bu, çok sınırlı bir zaman dilimi içerisinde, yani 31 Mart Ayaklanması’nın getirdiği gerginlikte gözlemlenmiş bir durumdur, genele dair bir şey söylemez; ama tam tersine, farklı etnik/dinsel grupların birbirine bakışları böyle gerginlik anlarında belirginleşir. Kaldı ki, 1909 gibi bir zamanda Ermenilerde ve Müslümanlarda (Türklerde) var olan toplumsal psikolojiyi anlamak, 1915’e giden yolun yapıtaşlarını beirlemek açısından hayati önemi haizdir.

Peki, manzarayı nasıl değerlendirmek lazım? Birinci değerlendirme şekli, bu durumun ‘birileri’ tarafından kasıtlı olarak yaratıldığı üzerine temellenen bir çeşit ‘komplo teorisi’dir. Bunlar, bir yandan Ermenileri baskı altında tutmak, hatta elimine etmek için katliam söylentisi çıkarmakta, gerekirse veya becerebilirlerse katliamı Adana’da olduğu gibi uygulamaya koymaktadırlar. Ama öte yandan, Ermenilerin onları katledeceğini söyleyerek Müslümanlarda da bir ‘Ermeni korkusu’ yaratmaya çalışmaktadırlar. Böylece, hem Ermenilere karşı eylemlerinde bir ‘ortak’ ve destek bulmuş olacaklar, hem de bu eylemlerini belli ölçüde de olsa meşrulaştıracaklardı. Nitekim, Adana olayları hakkında yazılan raporlardan, anılardan biliyoruz ki katliamların patlak vermesinde kıvılcım etkisi yapan etkenlerden biri de, ‘Ermeniler’in bağlarda –yanlış hatırlamıyorsam– üç Türk’ü öldürdükleri söylentisiydi. Olaylardan sonra yapılan araştırmalarda, böyle bir şey olmadığı ortaya çıkmıştı. Ayrıca, 1915’te de iktidar sahipleri halkı katliama dahil edebilmek için “Buralar hep Ermenistan olacak, din elden gidecek, ondan sonra da burada sizi yaşatmazlar” iddiasına başvurmuşlardı. Kısacası, tavşana kaç, tazıya tut diyen birileri vardı. Ramsay’in tanıklıklarındaki “Konya’ya gelen üç hoca”, “köyden geçen iki yolcu”, hep bu değerlendirmeleri destekleyen verilerdir.

İkinci değerlendirme şekli, bu söylentilerin de, katliamların kasıtlı olmadığı, toplumsal dinamiklerin bir sonucu olduğudur. Zaman içerisinde belli ‘fay hatları’nda o kadar gerginlik birikmiştir ki uygun şartlar oluştuğunda bu ‘enerji’ açığa çıkmıştır. Mümkündür tabii. O zaman da tarihçiye düşen, bu fay hatlarını, bunların zaman içindeki gelişimini ortaya çıkarmaktır – fay hatlarından kastımızın ne olduğu hakkında bir fikir vermek için arazi (toprak mülkiyeti) meselesinin bu hatlardan biri olduğunu belirtmiş olalım.

Tabii, gerçek, birinci ve ikinci değerlendirme şeklinin bir karışımı da olabilir. Yani birileri uygun noktaları ‘gıdıklamış’, işin geri kalanını toplumsal dinamiklere bırakmış olabilir.