HERKÜL MİLLAS

Herkül Millas

ALGI(LA)MAK

Irkçılıkla yaşamak

Irkçılığın hemen yanı başımda, böyle birden çıkıvereceğini hiç tahmin etmemiştim. Irkçılığı hep eski salgın hastalıklar gibi düşünmüşümdür: veba, kolera, sıtma, cüzam. İnsanlığın ağır bedeller ödediği felaketler gibi. Ama benden uzak, eskilerde kalmış, ‘bizim’ değil başka toplumların yaşamış olduğu bir korkunç durumdu sanki. Uygarlıkları yok etmiş büyük depremler, kentleri haritalardan silen işgaller ve talanlar, büyük yangınlar, soykırımlar... Bunları hiç yaşamadım. Yaşayacağımı hiç düşünmedim. “Bunlar eskilerde kaldı” diyordum.

Oysa geçenlerde Atina’da, bir Arnavut dostun sesinde o korkuyu sezdim: “Bunlar bizi istemiyor, artık geceleri sokağa çıkmıyorum, tanımadıklarımla konuşmuyorum, şivemden belli oluyor çünkü, durum hiç iyi değil.” Ben buna benzer cümleleri filmlerde duymuştum. Nazilerin ortaya çıkmaya başladığı dönemde Alman Yahudilerinin söyledikleri buna benzer şeylerdi. Bir tedirginlik, “Belki o kadar da kötü olmaz” umudunu taşıyan kısık sesler... “Bizim köyde son seçimlerde Altın Şafak partisine kırk oy çıktı” dedi öteki, yüzünde hafif tuhaf bir gülümseme. Neler yoktu o dudaklarda: çıkmazda olanın sözde gerçekçiliği, “Böyle işte, durum bu” kabulü, “Korkmuyorum” aldatmacası, “Karşı koymaya hazırım” havası...

Yabancı işçilerin kaldığı barınaklara ilk kez böylesine toplu biçimde saldırıldığını okuyorum gazetelerde. “Münferit olaylar” derdik eskiden, bir-iki kişi Afrikalıları, Uzakdoğuluları öldürdüğünde. Şimdi aldatmaca bitmiş gibi; kentlerde ‘vatanperverler’ yabancıları ülkeden kaçırtmak için gruplar halinde saldırıyorlar – sopalar, zincirler, demir yumruklar ve tabii, milli bayraklarla. Polisler yabancıları koruyor, otobüslere koyup kaçırıyor. Nereye götürdüklerini hiç öğrenemedim. Ama geçenlerde, şimdiye kadar savcıların kimseyi saptayıp mahkemeye vermediğini okudum. Yurtdışından Yunanistan’a gelen yabancı insan hakları araştırmacılarının yalancısıyım.

Küçük kıza soruyorum: “Sınıfta sana sataşan oldu mu?” “Hayır” diyor. Bebekken gelmiş ailesiyle yurtdışından, bir Yunanlı gibi konuşuyor ülkenin dilini. “Üstüne gelirlerse ciddiye alma, ne yaptıklarını bilmiyorlar çünkü. Cevap da verme. Üzülme. Onların ne diyeceği seni etkilemesin. Onlar değersiz insanlardır.” Bilmem başka ne diyebilirdim on yaşında bir çocuğa... Birden birilerinin, hatta düne kadar arkadaş bildiği birinin ona saldırmasına, aşağılamasına nasıl bir açıklama getirebilirdim? Onu nasıl koruyabilirim? Selin birilerini sürüklediğini uzaktan seyrederken herhalde böyle hisseder insan kendini. Gözlerimi gözlerine nasıl dikerim? 

Eskiden duysak gülerdik. “Yunanlıların kanı Yunanlılara” sloganıyla kan bağışı kampanyası düzenlemiş Altın Şafak. İlk duyduğumda inanmadım, herhalde inanmak istemedim. Meğer doğruymuş. Kan verenlerin Yunan olması şartmış. Kimlik kontrolü yapılıyormuş. Ve bu kan, Yunanlılığı kanıtlanmış olanlara verilecekmiş. Toplanan bu asil kan, Atina’daki Sotiria Hastanesi’ne bahşedilmiş. Ama hastane kabul etmemiş. Hastanenin müdürü Yannis Stefanu, hastanenin bütün birimlerine talimat vererek, bu tür ırkçı ayrımcılıkların söz konusu olamayacağını ve hastanede buna izin vermeyeceklerini bildirmiş. Açıklamasında “Kan bağışında tüm hastalar için geçerli olan mevzuat ne ise hastanemizde de bu uygulanacaktır. Herkes uluslararası kanunlar kapsamında kan bağışında bulunuyor. Bu da din, dil, ırk ve parti ayrımı gözetmeksizin bütün hastaların ihtiyacına göre dağıtılıyor. Bu yönde hiçbir dış müdahaleyi kabul etmeyeceğiz” demiş.

Hastane Doktorları Birliği’nden yapılan açıklama da şöyle: “Hiçbir devlet hastanesinin bu tür bir uygulamayı kabul etmesi söz konusu olamaz. Bir devlet hastanesinin bu uygulamayı kabul ettiğine dair haberler yalan-yanlış, bilimsellikle uyuşmayan haberlerdir. Bir insanlık hakkını korumak adına her türlü hukuki ve sendikal önlemi alacağımızı bildiririz.” (Azınlıkça Online haber sitesi, 12.7.2012)

Benim anladığım, ırkçılığa karşı bir bilinçlenmenin ve direncin de başlamış olduğudur. Örneğin parlamentoda Altın Şafak partisinin başkanı konuşmaya başladığında, sol partilerin milletvekilleri salondan çıktı geçenlerde. Yunan toplumu Yunanlıların da ırkçı olabileceğini anlamaya başlamıştır herhalde. Irkçılık karşıtı konuşmalar ilk kez böylesine yaygın. Bu da ırkçılığa karşı ilk ve en etkili ilk adımdır. Ama öte yanda, ırkçı partinin sempatizanları da artmakta. Yarın, kim bilir, belki özel bir hastane o ‘asil kan’ı kabul ediverir. Meclis’te artık ırkçıların sesi duyuluyor, yıllarca siyasilerin halledemediği sorunları dile getiriyorlar. Popülist siyaset soldan sağa kayar oldu. Aşırı solun karşısında aşırı sağ kendi ütopyasını sunuyor. Seçimlerde %7 gibi bir güçle siyaset alanına girmiş olan bu sağ kalıcı olacak gibi.

İyimser olmak çok zor. Yine de, eskiden beni rahatsız etmiş olan bir soru şimdi daha güncel: Irkçılığın gizli olanı mı, açık olanı mı daha tehlikelidir? Açık olanı, malum, tehdit ve saldırıdır. Ama aynı zamanda, bunun karşısında durumun bilinci de doğar, ırkçılığa tepki duyan toplumu daha uyanık kılar. Muhtemelen ırkçılıkla mücadele etme şartları gelişir. Ama hasıraltında akan ırkçılık daha tehlikeli olabilir. Çünkü hiçbir dirençle karşılaşmadan toplumun içinde yayılabilir, “Bizde ırkçılık yok” söylemiyle her yana bulaşabilir. Şimdiye kadar aslında bu ikinci türü yaşadık, bundan sonrasında ‘açık’ biçimini yaşar olacağız. Yani ırkçılık yanı başımızda olacak ve tepkiyi umuyor olacağız. İyimser senaryo, ırkçılığın açık olan biçimiyle yaşamak olacaksa, yaşamak artık eskisi gibi olmayacak demektir. Bari %7’de kalsa.