OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Türkiye’nin ‘içi’ ‘dışı’na vuruyor

Takriben birbuçuk senedir Suriye’de yaşanan olayları saat saat takip ediyoruz. Dışarıdan bakan ve konunun uzmanı olmayan bizler için kesin bir yargıda bulunmak zor olsa da görünen o ki Suriye’nin sosyolojik gerçeğiyle uyumsuz bir otokrasiden, bu gerçekle uyumlu bir otokrasiye veya birden fazla sekteryan otokrasilere geçiş yapılacak; zira muhalifler de bir ’demokrasi cephesi’ görüntüsü vermiyor. Esad sonrası farklı din ve mezhep gruplarının uyumlu ve barışçıl bir varoluş biçimi oluşturacakları da hayli şüpheli. Irak bunun en yakın örneği. Her şeye rağmen, eli kanlı bir diktatöre karşı mücadele edenlere de “etme” demek mümkün değil.

Türkiye açısından olayın sadece bir dış politika meselesi olmadığı çok açık, birçok kişi bunu söylüyor zaten. Suriye’nin kuzeyinde bazı Kürt grupların inisiyatifi ele geçirmesi, en azından o görüntüyü vermesi, kendi ‘Kürt Sorunu’nu bunca yıldır çözememiş olan Türkiye devleti ve toplumunu telaşa sevk etti. Çünkü orada yaşanacak böyle bir gelişmenin Türkiye Kürtlerinin siyasi ve kültürel taleplerini destekleyeceğini, hatta ‘çıtayı yükselteceğini’ herkes görüyor. Türkiye devleti ve hükümeti ise böyle bir gelişme karşısında verilebilecek en düz ve en kaba tepkiyi vererek “yaptırtmam, oldurtmam, asarım, keserim” diyor. Başka bir deyişle, Kürtler ve onların siyasi oluşumları söz konusu olduğunda reaksiyoner tepki veriyor, olayların arkasından sürükleniyor. Halbuki, akıllı bir devletin ve onun politikasını oluşturanların ideolojik körlükten kurtularak, yükselen dalganın altında kalmaktansa üstüne çıkmayı becerebilmeleri lazım. Elimizdeki somut durumda bu şuna karşılık geliyor: Türkiye artık, öyle veya böyle, bölge ülkelerinin mevcut sınırlarıyla doğrudan bağlı olmayan bir Kürt siyasi varlığının ortaya çıkacağını kabullenmeli ve bu gelişmenin karşısında değil yanında pozisyon almalı, dolayısıyla da gidişatta söz sahibi olma şansını yakalamalıdır. Zira, Türkiye askeri müdahaleyle bu gelişmeyi önleyebilir mi, hayli şüphelidir. Diyelim ki önledi, bunun her türlü maliyeti gereksizce ve anlamsızca fazla olur. Yani hak-hukuk gibi ahlaki yaklaşımları hiç göz önüne almasak bile (ki almalıyız) akılcı bir reelpolitik de Türkiye’nin bu şekilde davranmasını gerektirir. Sonuç olarak, Türkiye kendi Kürtlerini da kapsayan, siyasi, ekonomik ve kültürel ayakları olan çeşitli projeleri diğer aktörlerle diyalog halinde, bizzat oluşturmalı ve tartışmaya açmalıdır. Böylece, “yaptırtmam” inadından vazgeçerek, “Nasıl olur?” sorusuna odaklanan bir politikaya geçmelidir.

Tabii, bütün bunlar, Kürtlere ve Kürtlüğe ve aslında Türklere ve Türklüğe süregelen bakışla mümkün değil (bkz. 30 Mart 2012 tarihli ‘Türkleri ikna etmek’ yazısı). Bırakın Suriye’de, Irak’ta olanları, kendi Kürtlerinin anadillerinde eğitim almasına bile ‘ölümüne’ direnen bir Türkiye var. İttihat ve Terakki’den başlamak üzere onun ideolojik takipçisi olan bütün 20. yüzyıl hükümetleri ve bürokrasisi, milliyetçilik zehriyle öyle bir halk yarattı ki Kürt çocukların okullarda Kürtçe toplama-çıkarma yapmasından, belli yerlerde sokak levhalarının Kürtçe olmasındansa, oğlunun, abisinin, kocasının ve hatta kendi ölümüne razı birçok insan var bu ülkede (Bu ideolojinin temelleri atılırken, yani kabaca 100-120 yıl evvel, bazı Kürtlerin Ermenilerin bölgeden silinmesi yoluyla  yaptığı katkı da tarihin bir ironisi olarak okunabilir).

Adını koyalım: Bir toplumsal delilik ve histeri hali yaşanıyor. Sünni Türklüğün dışında herhangi bir olgunun, kültürel unsurun görünür olmasına bile tahammül yok. Tahammülü geçtim, memleket bir ırkçılık ve nefret söylemi/suçu cenneti. Malatya’da Alevi aileye yapılanlar, Beyaz TV muhabirinin bununla ilgili söyledikleri, Denizli’de CHP’li belediye başkanının söyledikleri, gene Denizli’de İP-MHP koalisyonunun ‘kilise protestosu’, Fatih Altaylı’nın Taner Akçam hakkında yazdıkları, sadece son zamanlarda akla gelen örnekler. Kendi içindeki etnik, dini ve kültürel farklılıklara bu kadar düşman bir ülkenin geniş açılı ve kapsayıcı bir dış politika üretmesi de, Suriye’de yalnız Sünnilerin değil bütün grupların haklarının koruyucusu olacağı konusunda inandırıcı olması da zor oluyor haliyle.