BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Yılların ardından

Belli bir yaşa gelmiş insanların hayatında, dönem dönem nostalji rüzgârları eser. Bunu ya kendi yaratır, ya da hayat estirir, ve de onu zorla içine iter. Böyle dönemlerde geçmiş bugüne karışır ve zaman durur gibi olur. Son günlerde o kadar çok yılların ardından çıkıp geliveren oldu ki hayatımda, dün mü bugünde yaşıyor, bugün mü dünde, bilemez oldum. Bir dolu sevilen, elbirliğiyle durdurduk zamanı. Çocukluk arkadaşlarımın biri gitti, biri geldi. Hatta o tarihi buluşmalar, gazetelere, televizyonlara çıktı.

Tam da 6-7 Eylül’ün arifesinde, hem o olayın hem de daha sonrasının mağdurları akın akın geldiler, kovularak koparıldıkları topraklara. Özlemle. Genç olduk hepimiz yeniden, çocuk olduk. Bir sinema filminin ‘flashback’ sahneleri gibi unutulmaz anlar yaşandı. Bitti...

Tüm bunlar geçip gittikten sonra benim için asıl zamanı durduran olay ise, Burgazada’yı anlatan kitabımda uzun uzun sözünü ettiğim en can arkadaşım Kiveli’nin, sessizce gittikleri o günden sonra, İstanbul’a ilk gelişiydi. Çocukluk günlerimizde içtiğimiz suyun ayrı gitmediği ve bir gecede kaybettiğim kardeş arkadaşımın. Bunca yılın ardından ikinci karşılaşmamızdı. İlki bizim 2011’de Atina’ya gidişimizde olmuştu. Gözyaşlarının sele dönüştüğü geceyi anlatmıştım size.

İlk kez o gün öğrenmiştim, varlarını yoklarını, hatta askerdeki oğullarını geride bırakarak, bir gecede gitmek zorunda kalışlarının öyküsünü. Çocuk yüreğimle ona nasıl inanmadığımı, benden habersiz gizlice hazırlanıp, bir yabancı gibi bana son anda bildirdiğini sanarak nasıl kırıldığımı, o günden sonra dostluğunu reddedip onu hayatımdan sildiğimi, mektuplarına cevap vermediğimi. Daima övündüğüm güçlü belleğimin, bu olanları nasıl inatla silip unutturduğunu. Ve işin aslını öğrendiğim zaman nasıl kahrolduğumu, kaybettiğimiz bunca yıla nasıl yandığımı, hep anlatmıştım size.

Biz, hem 6-7 Eylül olaylarından sonra korkup gidenlerin, hem de 1960’lı, 70’li yıllarda vatanlarından kovularak gidenlerin öyküsünü hep büyüdükten sonra öğrendik. Evlerini, mallarını, işlerini, dostlarını, terk ederek, yalnızca 20 kiloluk bir valiz ve 200 lira parayla gidip, hiç de sevilmedikleri bir diyara ‘vatan’ demek zorunda bırakıldıklarını nereden bilebilirdik? Sevdikleri toprakta ‘gâvur’, sevmeleri gereken toprakta ‘Türk dölü’ olduklarını nereden bilebilirdik? O yıllarda çocuklar böyle şeylerden uzak tutulurdu. Televizyon da yoktu ki, kafamıza kakılarak öğrenelim... O yıllarda böyle şeyler ancak fısıldanırdı.

Bu konulara girmek değil aslında niyetim. Onlar artık biliniyor. Ben bu yazıda, tanığı olduğum, onca yıl sonra kovulduğu vatanına ayak basan bir insanın neler yaptığını anlatmak istiyorum size. Ve neleri özleyerek, neler planlayarak gelmiş olduğunu.

Bir kere, onunla yeniden karşılaşmak inanılmazdı. Zaten planladığı her şeyden önce, benimle zaman geçirmeyi düşlemişti. Bir de Burgazada’ya gitmeyi... Benim evimde kaldı. Ve Burgaz’a da birlikte gittik. Toplam olarak unutulmaz bir dört gün geçirdik. Oraya buraya giderken, genelde yanımızda başka dostlar da vardı. Ama akşam herkes gittikten sonra evde yalnız kaldığımızda, birden, genç kızlığa henüz adım atmakta olan o çocuklar oluveriyorduk. Farklı hayatlar yaşamış, orta yaşlı kadınlar olduğumuz halde, eskiden paylaştığımız hiçbir şey ve birbirimize dair duygularımız değişmemişti. Bizi hâlâ en iyi biz anlıyorduk.

Kiveli orada, neredeyse Türk düşmanı denebilecek, Yunanlı bir adamla evlenmiş. İlk gece Çiçek Pasajı, ertesi gün Boğaz’da vapur turu ve Sarıyer’de börek yeme faslında “Baak, ne aldım” diyerek bana gösterdikleri inanılmazdı. Bir tane Türk bayrağı magneti, Türk bayrağı altında çekilmiş bir fotoğraf ve biri ay, biri yıldız olan bir çift küpe. “Bunları o Yunan bozuntusu kocama göstereceğim” dedi. Yanımızda bulunanlardan biri dayanamayıp “Yahu, sizi Türkler kovmadı mı?” deyince “Türkler değil” dedi, “Devlet kovdu. Ben hiçbir zaman Yunanlı olamadım ki...” İlginç değil mi?

Eskiden İstanbul’da oturdukları, hiç bozulmadan kalmış olan evi görmeye gitti. Çok ağladı. Kapalıçarşı’ya, Büyükada’ya gitti. Ama bütün bir günü Burgaz’da geçirmemiz, ölene kadar ikimizin de aklından çıkmayacak. Küçücük bir fidanken bildiğimiz koca koca ağaçlara gözyaşları içinde sarılıp öpüyorduk. Çocukluğumuzun geçtiği evlerimize gittik. O koca bir orman gibi olan bahçede, oyun oynadığımız her bir köşeyi ağlayarak dolaştık. Küçükken bize büyük görünen her şeyin nasıl küçülmüş olduğuna şaştık.

Atina’dan, abisi Petro’nun sık sık attığı “Vatan nasıl?”, “Vatan toprağını benim için öpün” mesajlaryla perişan olduk.

Bininci kez tekrarlamak istiyorum: Ah, ne çok evlat harcadı bu ülke.