ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Güneşli bir Pazar sabahı Anadolu’nun bir köyünde bir Ermeni

 

Güneşin insanın içini ısıttığı bir Pazar sabahı, otobüsle erkenden yola koyuluyoruz. Yaklaşık yarım saat gittikten sonra, bir köye varıyoruz. Roma zamanından kalma harabeler üzerine kurulu fakir bir köy. Önce duvar ve mağara mezarlarının olduğu, harabe halinde ama hayli temiz bir mezarlık alanını geziyoruz, ardından köyün içine doğru yürümeye başlıyoruz.

Harabeler, ana hatları çok bozulmadan korunmuş. Düzenli taş yapıların üstüne, kerpiç veya betondan küçük evlerle yeni bir köy inşa edilmiş. Tabaka üstüne tabaka yeni bir hayat kurulmuş. Kimi yerde eski yapılar veya taşlar işlevselleştirilerek hayatın içine katılmış.

Mardin’in Nusaybin ilçesine bağlı Dara köyündeyiz. Ya benim dalgınlığım olacak, ya da zaten bilgilendirme yapılmadığından, bu gezinin sadece bu Ortaçağ harabelerini görmek için olduğunu zannediyorum. Yanılıyorum.

Gezmeye devam ediyoruz. Çok iyi korunmuş bir su sarnıcından içeri giriyoruz. Yüksek tavanlı, sütunlu, geniş bir sarnıç. Dar ve karanlık merdivenlerden aşağı iniyoruz.

Derken, grubumuzdaki Almanyalı tarihçi Hilmar Kaiser bir şeyler anlatmaya başlıyor. Gayri ihtiyarı hilal şeklini alıp etrafına diziliyoruz. Duyduğum cümleler kulağımdan girip beynimde şaklamaya başlıyor. Bir an bocaladıktan sonra, telefonumu çıkarıp Kaiser’in anlattıklarını kaydetmeyi akıl edebiliyorum.

O sıcak Pazar sabahında, yerin birkaç metre altında karanlık bir sarnıçta, bir tarihçiden dinlediğimiz Dara köyünün hikâyesini, çektiğim video kaydından aynen deşifre ederek aktarıyorum:

“Dara’da küçük bir Hıristiyan nüfusu vardı, ancak onlar 1915’te hemen yok edildi. Daha sonra burası bir katliam noktası halini aldı.

İlk katliam, Diyarbakır’ın Ermeni eşrafının ailelerinden kadın ve çocukların öldürülmesiyle gerçekleşti. 15 Mayıs 1915’te Diyarbakırlı Ermeni erkekler, Dicle nehri üzerinden keleklerle Musul’a gönderilmek üzere yola çıkarıldılar ve Şikefte köyünde Ramanlı aşireti tarafından öldürüldüler.

Kadınlar, güzel atlı arabalara kondular ve Mardin’e kadar gayet rahat yolculuk ettiler; Mardin’de herkes onlara iyi davrandı, sonra da Jandarma refakatinde buraya getirildiler.

Dara’da arabalardan indirildiler, ırzlarına geçildi ve öldürüldüler.

Bundan sonra Dara, kuzeyden gelen Diyarbakır kafilelerinin tehcir ana hattı olarak kullanıldı.

Eylül 1915’ten itibaren Harput, Diyarbakır, Ergani-Maden ve Siverek üzerinden Ermeni kafileleri buradan geçirildiler. Bir diğer tehcir yolu ise, Bağdat demiryolu üzerinden gidiyordu ve Urfa, Viranşehir, Resulayn’dan, Dara’ya geliyordu. İnsanlar, hükümetin açıkladığı yerleşim yeri olarak, Der Zor ve Musul’a gönderiliyordu. Ama bunlar sözde yerleşim alanlarıydı.

Dara, bir kesişme noktasıydı. On binlerce insanın öldürüldüğü bir katliam merkezi oldu. Bu insanların büyük kısmının kuyulara atıldığı söyleniyor. Çok az sayıda insan kuyulardan çıkıp hayatta kalmayı başardı ve yaşadıklarını anlattı.

Bu konudaki birinci elden tanıklık, bu insanların Mardin’deki Katolik ruhanilere anlattıklarıdır. Anlatılanlar, Osmanlı Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi belgelerindeki olaylarla örtüşüyor.

Ayrıca, Musul’daki Alman Konsolosluğu’ndaki diplomatlar, buradan geçtiklerinde ölüleri gördüler. Halep’teki Alman Levazım subayı, burada bedenleri kesilerek parçalara ayrılmış çocuk cesetleri gördüğünü yazacaktı.

Musul Alman konsolosu Holstein, Ekim 1915’te buraya geldiğinde, yerel Kürt ahaliyle görüştü ve kaç bin kişinin nasıl, hangi şartlarda öldürüldüğüne dair bilgileri aldı. Bu da önemli bir kaynaktır.”

Hafıza mekânları

Anlatılanlar bundan ibaret. Anadolu’da, Mardin’de, küçük bir köyde bir Pazar sabahı turistik bir gezinti yaptığımı sanarken karşıma çıkan hikâye bu.

Daha önce, Anadolu’yu köşe bucak gezenlerden olmadığımı, bu konuda tecrübesiz olduğumu, ama geçen yaz, Harput, Dersim, Palu yöresinde yaptığımız kısa gezintinin bana hiç iyi gelmediğini, harabeler, katliam hikâyeleri ve inkâra ilk kez bu kadar yakından tanık olmanın ruhumu sarstığını anlatmıştım. On binlerce insanın katledildiği ve kuyulara atıldığı Dara da aynı etkiyi bıraktı üstümde.

Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği Mardin konferansında bir sunum yapan Iskhan Chiftdjian, geçmişi hatırlama konusunda hafıza mekânlarının dünyada ne kadar önemli rol oynadığını anlattı.  Eğer Türkiye bir gün geçmişi komplekssiz bir şekilde hatırlayacak ve tarihi bu ışıkta yazacak olgunluğa erişirse, Dara da önemli hafıza mekânlarından biri olacak şüphesiz. Ama zaten, o zaman, Anadolu’nun dört bir tarafı bir hafıza mekânına dönüşecek. Çünkü katliamların izleri aslında her yerde.

Dönüşte, biraz kurcalayınca öğrendim ki, Nokta dergisi 2006 yılında, Dara’da bulunan bir toplu mezarı haberleştirmiş. Dergiye konuşan İsveçli tarihçi ve Mardin tarihi konusunda uzman David Gaunt, bulunan toplu mezarın şu üç gruptan biri olması gerektiğini anlatmış:

1.         4 Haziran 1915’te Dara köyünden 50 Ermeni ve Süryani Katolik.

2.         11 Temmuz 1915’te Erzurum’dan sürülen Hıristiyan konvoy.

3.         13 Temmuz 1915’te Diyarbakır’dan sürülen 510 Ermeni kadın.

Sırrı Sakık’a düşen

Yine Mardin dönüşü, Pazartesi sabahı, BDP milletvekili Sırrı Sakık’ın, “Aklınızı başınıza alın, Kürtler 1915’lerdeki Ermeniler değil ki katledesiniz, Kürtler 6–7 Eylül’ü yaşayan Rumlar, Yahudiler değil ki zulüm edesiniz. Kürtlerin sözü vardır; Azdan az gider, çoktan çok gider” sözlerini okudum.

Sakık, ertesi gün, Twitter’da sözlerini şu cümlelerle düzeltti: “İzmir’deki konuşmamda talihsiz bir anoloji kurduğumu fark ettim. Tarihi boyunca, büyük kıyımlara uğramış bir halkın evladı olarak, benzer akıbete sahip diğer halkları incitmem düşünülemez, bu konudaki hassasiyetim zaten bilinmektedir. Uyaran dostlara da teşekkür ediyorum.”

Kendi sözlerini “talihsiz bir analoji” olarak değerlendirecek nezakette bir Türkiyeli politikacıya çok sık rastlamayız. Bu yüzden, özründen sonra Sakık’a yüklenecek değilim. Ancak bu özür, sözlerinin kırıcılığını da, yanlışlığını da düzeltmiyor. Sakık, memleketi Muş’ta, Diyarbakır’da, Dara’da, Mardin’de, Van’da neden hiç Hıristiyan kalmadığını bir düşünürse, sözlerinin neden incitici ve yanlış olduğunu ve şu durumda kendisine düşen sorumluluğun, talihsiz bir analojiyi düzeltmek değil, Kürt hareketinin bu konuda bugüne dek pek de bir şey yapmadığı özeleştirel tutumun kapısını aralamak olduğunu anlayacaktır.

O sözlerin, “Azdan az, çoktan çok gider” kısmı da BDP-PKK çizgisindeki Kürtlerde, bende büyük kaygı uyandıran bir haletiruhiyeye işaret ediyor. Ama onu haftaya konuşalım.