OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Devlet sizin, insanlar bizim

Geçen hafta hazır bulunduğum bir toplantıda, Amerikalı Ermeni bir profesör, Türk devletine, belli somut adımları atmadığı sürece, sadece sözler üzerinden tırnak ucu kadar güvenilmemesi gerektiğini söyledi. Bu sözlerle hemfikir olamamayı çok isterdim ama ne acıdır ki bu topraklarda iktidarın tarihi, bu sözlerin tekrar tekrar doğrulandığı bir olaylar silsilesidir. Bu ülkedeki hâkim yönetim anlayışı, adı ister saltanat, ister cumhuriyet olsun, kendine karşı çıkanı, kendinden olmayanı, yapabiliyorsan ilk elde tamamen ezmek, yok etmek; gücün yetmiyorsa, yetecek zamanı yakalayana dek senden talep edilenleri kabul ediyormuş gibi yapmak, oyalamak, bir ileri iki geri adım atmak, karşındakini açığa düşürmek; onu da yapamıyorsan, kendinden görmediğini ikincil konumda tutmak üzerine kuruludur. ‘Yalan’ sadece bir yönetim aracının adıdır. “Osmanlı’nın oyunu bitmez” durup dururken çıkmış bir söz değildir. Seyit Rıza da asılırken boşuna “Ben sizin hile ve oyunlarınızla baş edemedim” demedi. Tamam, devlet denen örgüt hiçbir yerde ahlak timsali değildir ama bizde kimi siyasetçilerin ve özellikle güvenlik birimlerindeki bürokratların hukukdışılık konusunda gösterdikleri fütursuzluğu, demokratik ve özgür herhangi bir ülkede bulmak da pek mümkün değildir.

Bir not olarak şunu söyleyelim ki, burada ‘iktidar’dan kasıt yalnız, sadece seçilmiş hükümetler değildir. Onlar da masum değildir tabii ki ama, Türkiye’de iktidar demek devletin gizli veya açık bütün güçleri ve birimleri demektir. Hiç şüphesiz, bu iktidarın çok kuvvetli, yerleşik bir sivil/toplumsal ayağı vardır ama bu yazıda değinmek istediğim, bu iktidar örüntüsünün biçimi değil. Onu başka zamana bırakalım.

İktidar/devlet güçlerinin bu yönetim anlayışından bahsetmemin sebebi, Ermenilerin (diğer ‘ötekiler’in) bu topraklarda kabaca 150 senedir güvensiz ve tedirgin bir biçimde yaşamalarının temel sebeplerinden biri olmasıdır. Son ‘Samatya saldırıları’na da bu açıdan yaklaşmak gerekir. Her ne kadar inandırıcılık sorunu olsa da, polisin dediği gibi belki de bu saldırılar özel olarak Ermenilere yönelik değildir, belki bir ‘meczubun’ işidir, ama Ermeniler bu topraklarda hedef gösterilmeye ve saldırıya uğramaya o kadar ‘alışmışlardır’ ki, böyle bir durumda bu saldırıların Ermeniliğe yönelik olduğunu düşünmeleri kadar anlaşılır bir durum yoktur. Meseleye dışardan bakıp da Ermenileri ‘aşırı hassas’, ‘pimpirikli’, ‘ortalığı velveleye veren insanlar’ olarak görüp öfkelenenler varsa, bir de bu açıdan bakmalarını tavsiye ederim. Ermenileri bu ruh halinden çıkaracak temel etken, başta devlet uygulamalarıyla olmak üzere, onların güvenini kazanmaktır. Bu da sadece sözle olmaz, ve yüz küsur yılda kaybedilen güven de öyle hemen kazanılmaz maalesef. Tabii, o güveni tekrar kazanmanın birinci şartı, o güveni önemsemek ve kazanmayı istemektir. Yönetiminizin devamını kasten tedirginlik, korku ve belirsizlik üzerine inşa etmeyi seçmişseniz, zaten boşa konuşuyoruz demektir.

Devlet iktidarının bu ezme-oyalama eksenindeki tutumu eski ama, Türkiye’deki Ermeniler ve onların sorunları açısından, özellikle cumhuriyet tarihi göz önüne alınacak olunursa, yeni birtakım durumlar da var. Bunlardan en önemlisi şu ki, kabaca 2000’lerin başından beri, Ermeni sorunu bir iç sorun olarak gündeme gelmeye başladı. Ondan evvel Ermeni meselesi, o da çok sınırlı ve sağlıksız bir çerçevede olmak üzere, ya ASALA bir saldırıda bulunduğunda, ya da herhangi bir yabancı ülke parlamentosunda soykırım tasarıları sunulduğunda gündeme gelirdi. Yani bir ‘dış sorun’du. Son yıllarda ise, dış boyutu baki kalmak ve ne kadar tabana yayıldığı tartışmalı olmakla birlikte, bir yüzleşme ve adalet meselesi olarak da tartışılmaya başladı. Başka bir deyişle, daha fazla sayıda ve siyasi görüş yelpazesinin farklı kanatlarında yer alan insanlar tarafından bir vicdan meselesi olarak görülüp, üzerinde duruluyor. Belki de bugün, Osmanlı-Türk tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar fazla sayıda insan Ermenilere kulak veriyor. Umut da devletten ziyade burada yatıyor.