OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ermenice harfli Türkçe

Uzun zaman boyunca aynı coğrafyayı paylaşmış insan gruplarının birbirlerinin yaşam tarzlarından, yeme içme alışkanlıklarından, müziğinden ve tabii ki dilinden etkilenmesi, hatta onların bazı unsurlarını olduğu gibi alması gayet doğal, şaşırılmaması gereken bir olgudur. Ortada bir yanlış veya ayıp da yoktur, hayatın normal akışının bir sonucudur bu. 20. yüzyılın önemli antropologlarından Margaret Mead’in bir sözü vardır, “Kültür çalmakla olu(şu)r” der.

Belli pratiklerin, değerlerin, alışkanlıkların sadece belli bir –milli– gruba ait olması gerektiği, milliyetçiliğin kafamıza soktuğu bir yanılsamadır. Milliyetçiliğin beklentisi ve iddiasına göre milli kültürler saftır, saf olmalıdır; herhangi bir karışmışlık bozulmaya işaret eder. Onun için de ikide bir “o yemek bizim, şu türkü bizim” kavgasına girer, kimseden bir şey almadıklarını ve saflıklarını koruduklarını ispatlamak isterler. Milliyetçiliğe göre kültürler aşılmaz duvarlarla ayrılmış, birbirine değmeyen olgulardır. Ulus-devleti de bu mantık üstüne kurarlar. Yani bu anlayışa göre belli bir ulus- devletin sınırları içinde kalanlar ortak bir kültürü paylaşırlar ama bir sınır şehri ile sınırın hemen öte tarafında kalan öteki ülkenin şehri ‘yabancı’dır. Bu, genel anlamda ulus-devletin bir mantığıdır ama biz daha iyi anlaşılması için örneğimizi Türkiye’den verelim. Bu ideolojiye göre İzmir ve Antep aynı bütünün/kültürün parçalarıdırlar ama Halep Antep’e yabancıdır. Başka bir deyişle, milliyetçiliğe göre İzmirliler ile Anteplilerin alışkanlıklar (yeme içme, müzik vs.), pratikler, değerler paydasında ortak noktaları, Antep’le Halep arasındakinden çok daha fazla olmalıdır. Gerçek öyle midir peki? Tabii ki hayır. Bir Antepli, Halep’te kendini İzmir’de olduğundan çok daha fazla ‘evinde’ hisseder. Bunda da şaşılacak bir şey yoktur; Antep’le Halep arası (savaş yoksa) topu topu iki saat. Dolayısıyla, milliyetçilik bizden bir yalana inanmamızı bekler (inanırız da).

Geçenlerde, köken olarak Ortadoğulu bir arkadaş, laf arasında şakayla karışık, mutfaklarında patlıcana temel bir yer veren ülkelerden oluşan bir ‘patlıcan cumhuriyeti’ kurulması gerektiğini söyledi. İlk anda şaka, komik, hatta saçma görünen bu söz, inanın, ulus-devletten daha mantıklı, çünkü o insanlar için patlıcanın hayatlarındaki yeri ulus-devletin hamasi nutuklarından, marşlarından, ‘görünmez bağları’ndan çok daha somut, sahici, günlük hayatın bir parçası ve aslında daha da hayati (Anteplilere “Artık yemeklerinizde patlıcan kullanmayacaksınız” deyin bakalım, ne oluyor).

Türkler ve Ermeniler de, uzun zaman boyunca yan yana yaşamış iki halk olarak, yukarıda söylediklerimize başka bir örnek oluşturuyorlar. Bu iki insan grubunun, yemekten müziğe kadar, iç içe geçmiş birçok alanı vardır. Bunlardan biri de, 2000’li yıllarla birlikte akademik olarak yedi-sekiz kişinin çalışmasına rağmen yeterince üzerinde durulmamış Ermenice harfli Türkçe metinlerdir. Bu alandaki sınırlı ve dolasıyla da kıymetli çalışmalardan biri, Murat Cankara’nın 2011 yılında Bilkent Üniversitesi’nde verdiği, ‘İmparatorluk ve Roman: Ermeni Harfli Türkçe Romanları Osmanlı Türk Edebiyat Tarihyazımında Konumlandırmak’ başlıklı doktora tezidir. Bu tezden, söz konusu metinlerin 19. yüzyılda oldukça yaygın hale geldiğini, belli bir pazar ve okur kitlesi oluşturduğunu öğreniyoruz. Üstelik yalnızca Ermeniler değil, Türk/Müslüman entelektüellerden de, Osmanlıcada mevcut olmayan eserleri okuyabilmek amacıyla Ermeni alfabesini öğrenerek bu metinleri okuyanlar olmuş. Hatta ‘alfabenin ıslahı’ tartışmalarında (demek ki neymiş, dil ve alfabe tartışmaları Cumhuriyet’le başlamamış), eğer Arap alfabesi terk edilecekse yerine alınması gereken alfabenin Ermeni alfabesi olması gerektiğini savunan Müslüman entelektüeller olmuş. Üstelik bunlar marjinal isimler de değil, Ahmet Mithat gibi Türk romancılığının ve gazeteciliğinin kurucu isimlerinden, Namık Kemal gibi Türk milliyetçiliğinin sembol kişilerinden olan kimseler. Cankara’nın aktardığına göre (s. 77, 78), Ahmet Mithat 1874’te, Kırk Anbar dergisinin 6. Sayısında, bir dili ifade etmek bakımından en mükemmel alfabenin Ermeni alfabesi olduğunu söylüyor. Namık Kemal ise, Menemenli Rıfat Bey’e 1878 yılında yazmış olduğu mektupta, Arap alfabesinin terk edilmesine gerek görmüyorsa da, onun yerine illa bir alfabe gerekliyse bunun Latin değil, Ermeni veya Rum alfabesi olması gerektiğini söylüyor.

Nereden nereye” mi demek gerekir, yoksa “Neydik ne olduk” mu?