YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Arka Sokaklar – gerçek olanı...

Son dönemin en üretken gazetecilerinden İsmail Saymaz, yeni bir kitabıyla karşımızda. ‘Polisin Eline Düşünce Sıfır Tolerans’ (İletişim Yay.) adını taşıyan kitap, bilhassa 2007 sonrasında karakol içinde ya da gözaltına alma / kimlik sorma aşamasında cereyan eden, Emniyet kaynaklı şiddet/ölüm/yaralama/dayak/aşağılama vakalarını araştırıyor. Ve maalesef hayli kabarık bir döküm sunuyor. Karakolda polis kurşunuyla ölen Festus Okey’le ilgili davada delillerin nasıl karartıldığı, tartışmalı tutanaklar üretildiği, dava sürecinin nasıl uzadığının kapsamlı bir dökümünü ve Afrikalı göçmenlerin bilhassa poliste/yargıda nasıl zorluklar yaşadığının örneklerini de içeren kitap; polis şiddetinin yer zaman mekân tanımadığını, polise en küçük itirazın en hafifinden yaralanma, kimi zaman da ölümle sonuçlanan bir sürecin başlangıcına işaret ettiğini gösteriyor. Tabii belirli bir “kesim” açısından. Meselemiz de o kesim zaten.

Şüpheli görüldüğü için gözaltına alınan, hırsızlık yapmakla suçlanan, ailesi karakolda “pis Çingeneler”, “pis Aleviler” hakaretlerine maruz kalan, darp gören, hayatını kaybeden Mustafa Kükçe; Fındıkzade’de ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle (ki dosyalar incelendiğinde bu gerekçeler çoğu zaman şüpheli bir hal alıyor) takip edilen ve araçtan inen polis tarafından sürücü koltuğundayken yakın mesafeden açılan ateşle vurulup hayatını kaybeden Aytekin Arnavutoğlu; karakolun önünden geçerken polisin hakaretine maruz kalan, yanıt verince karakolda dayak yiyen travesti Ü.E.; Harem Otogarı’ndan kalkıp Doğubeyazıt’a gitmekte olan otobüsteki kimlik kontrolü sırasında çıkan küçük bir münakaşa sonrasında polisin galeyana gelmesi, etrafı “Bunlar terörist” diye ayağa kaldırması ve tüm bunların sonucunda neredeyse bir linçe maruz kalan otobüs çalışanları/yolcuları; İzmir’de bir müzikholde kimlik kontrolü sırasında gözaltına alınıp karakolda toplu polis dayağına maruz kalan Fevziye Cengiz; parkta içki içerken önce polis kontrolüne, sonra polis dayağına maruz kalan ve beyin kanaması geçiren Güney Tuna; kötü bir günün sonunda ayağına takılan teneke kutuyu tekmelerken “Bütün pislikler beni mi buluyor” diye söylenen, karşıdan gelen sivil polisin alınganlığı sonucu olay büyüyünce, polisin kurşununa maruz kalan ve hastaneye geç götürüldüğü için hayatını kaybeden Cem İnci; bir sokak kavgasına karıştığı sırada polisin olay yerine gelmesi, “Sıkmayın, astım hastasıyım” demesine rağmen biber gazı sıkılması sonucunda hayatını kaybeden Çayan Birben; Hopa’da artık iyi bildiğimiz bir süreç sonucunda yine biber gazının neden olduğu bir süreç sonunda hayatını kaybeden Metin Lokumcu; ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis kurşunuyla başından vurulup ölen Baran Tursun; Antalya’da ödünç aldığı motosikletle gezen, ehliyeti ve ruhsatı olmadığı için polisten kaçan, ancak polisin –anlaşıldığı kadarıyla hedef gözeterek– ateş açması sonucu başından vurulan Çağdaş Gemik; sol bir derginin satışı sırasında bir kişinin gözaltına alınmasını protesto edenlere açılan ateş sonucu felç kalan Ferhat Gerçek; hikâyesini artık gayet iyi bildiğimiz Engin Çeber; Diyarbakır’da katıldığı bir yürüyüşte açılan ateş sonucu hayatını kaybeden, ancak silah konusunda tüm şüphelerin polisi gösterdiği Aydın Erdem; Muğla’da ülkücülerle çıkan kavga sonrası olaya müdahale eden polisin açtığı ateş sonucu hayata veda eden Şerzan Kurt (ki bu olayda polisle iç içe bir görünüm sergileyen ülkücü öğrencilerin rol oynaması da not edilmelidir), kitapta hikâyesi anlatılan mağdurlardan sadece bazıları.

Peki, İsmail Saymaz niçin 2007 yılını milat seçmiş? Seçmiş, çünkü 2007’de Polis Vazife ve Selahiyetleri Kanunu, AKP’nin girişimiyle değişti. Bu yasayla getirilen en önemli değişiklik, silah kullanma yetkisinin polisin takdirine bırakılması oldu. Saymaz’ın da dikkat çektiği şu nokta önemli: Kanunun 16. maddesi daha önce şu koşullar altında silah kullanılmasına izin veriyordu: “Nefsi müdafaa, ırza veya canan kasteden tecavüz, ağır cezalık bir şüphelinin kaçmasına engel olabilmek için başka çare kalmaması, dur ihtarına uyulmaması hali, devletin nüfuzuna karşı silahlı direniş...” Değişiklikle, “bedeni kuvvet ve maddi güç kullanarak etkisiz hale getiremediği direniş karşısında, bu direnişi kırmak amacıyla ve kıracak ölçüde” silah kullanmanın önü açıldı. Muhalefetin itirazlarına rağmen yasalaşan bu değişiklikle, polis şiddetinde yeni bir aşamaya geçilmiş oldu. Ayrıca, kanundaki değişiklik, silah kullanmanın yanı sıra, Türkiye’yi bir gözaltı toplumu haline getirecek başka yenilikler de getiriyor. Kimlik sorma, arama gibi konularda polise sağlanan kolaylık, her türlü resmi evrak başvurusunda (ehliyet, pasaport) parmak izi alma şartı, bunlardan bazıları.

Peki, 2007 yılından bugüne topluca baktığımızda manzara ne? Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın da verileriyle desteklenen çalışmaya göre, son beş yılda toplam 127 kişi, polisin karıştığı şiddet vakaları sonucunda hayatını kaybetmiş. 2007’de 17 kişi ölmüş, 2008’de bu sayı 29’a çıkmış. 2009’da yine 29 kişi (beş kişi ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle, dokuz kişi hedef gözetilerek, altı kişi gözaltında, üç kişi –iddiaya göre– polisle girdiği çatışmada, iki kişi gazla, iki kişi rastgele, iki kişi polisten kaçarken) hayatını kaybetmiş. 2010’da 16, 2011’de 19 kişi, aynı kategoride hayatını kaybetmiş. 2012’de, şu ana kadarki sayı 17.

Kitaptan şu sonucu çıkardım, kendi adıma: Tüm bu değişim ve ileri demokrasi hamlelerine rağmen, sistemin, egemenlerin ittikleri, yani Kürtler, Aleviler, Romanlar, yoksullar, parkta içki içenler, travestiler, solcular, aktivistler, polisin insan yerine koymadığı kesimdeler. Polisler bu insanların yaralanmaları ve ölmeleri halinde doğru dürüst bir ceza almayacaklarından eminler. Sistem (yargı, adli tıp vs.) onları bir şekilde korumaya çalışıyor. 1960’larda siyahlara pervasızca şiddet uygulayan, taşradaki sağcı/muhafazakâr ABD polisinden çok da ileride değiliz yani. Taşranın o muhafazakâr/kapalı hayatında bu vakaların nasıl örtbas edildiğini düşünün. Manzara ona benziyor.

Dolayısıyla “Ülkemizde ırkçılık yoktur” demenin bir âlemi yok. Ülkemizde –yeterince– siyah olmadığı için (ki olanların durumu hiç parlak değil) belki de bilinen manada ırkçılık yok. Ama devletin siyah yerine koyduğu birileri her zaman var.