ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

‘Geri dönsünler’in altı nasıl dolacak?

Kültür Bakanı Ömer Çelik’in geçmişte ülkelerini terk etmek zorunda kalmış gayrimüslimlere “memlekete dönün” çağrısında bulunması elbette ki önemsiz değil.

Geçmiş iktidarlar döneminde ağır baskılara ve sistemli ayrımcılığa uğrayan Ermenilerin, Rumların, Yahudilerin, Süryanilerin ve diğer gayrimüslim grupların bu topraklara ait olduğunun yetkili bir ağız tarafından anımsatılması, her şeyden önce, gayrimüslimleri düşman olarak görmeye şartlandırılmış kalabalıklara verilen ezber bozucu bir mesaj olarak değerli.

Ancak eğri oturup doğru konuşalım ve Çelik’in art arda yaptığı benzer içerikli iki açıklamanın, somut birtakım adımlarla desteklenmediğini, altlarının boş olduğunu da görelim.

Hükümet belli ki, 2015 öncesinde, soykırımın inkârı nedeniyle üzerinde oluşacak baskıyı hafifletmek için yollar arıyor. Bunlar arasında, Ermeni meselesinde iç ve dış alanda çalışmak üzere bazı sivil toplum örgütlerinin harekete geçirilmesi gibi adımlar da var. Yurtdışındaki gayrimüslimlerin memleketlerine davet edilmesi de, böyle bir paketin parçası gibi görünüyor.

Geçmişteki bazı haksızlıklara karşı çıkarak, bunlar nedeniyle mağdur olmuş gayrimüslimlerin ülkelerine geri dönmeleri gerektiğini söylemek, hükümet açısından taktiksel açıdan son derece rahat, risk içermeyen, kolay bir adım gibi görünüyor.

Kolay, çünkü her şeyden önce, geriye dönecek insan sayısı son derece sınırlı. Yıllar yıllar önce Los Angeles’a, Paris’e, Kudüs’e, Atina’ya ya da başka bir dünya şehrine yerleşmiş birilerinin, sırf Türkiye’de gayrimüslimlere yönelik iktidar bakışında bir değişiklik oldu diye her şeyi bırakıp geri dönmesinin ne kadar mümkün olduğunu az çok hepimiz tahmin edebiliriz. Bu tahmini, hükümet de yapıyordur şüphesiz. Dolayısıyla, “Geri dönün” çağrısı, ekonomik ve siyasi anlamda iktidara fazla bir yük yüklemiyor.

Sonuç doğurması pek kolay olmayan, ancak söylemsel cazibesi nedeniyle özellikle dışta puan toplamaya yarayacak bu tip bir açıklamanın inandırıcı olabilmesi için, öncelikle geçmiş suçlar konusundaki tavrının çok net olması, ondan sonra da, ülkelerini o suçlar nedeniyle terk etmek zorunda kalmış insanların güvenini kazanabilecek somut icraatlarla desteklenmesi gerekir.

Bakan Çelik’in açıklamaları, bu bakımdan önemli eksiklerle malul, ve bu eksikler, görülüyor ki, muhatapları üzerinde bir yetersizlik hissi uyandırıyor her şeyden çok.

Görüştüğümüz, Türkiye’den uzak topraklarda yaşamaya mecbur edilmiş Rum, Ermeni, Yahudi ve Süryani vatandaşlar, Çelik’in sözlerinin geçmişe göre önemli bir değişimi ifade ettiği konusunda hemfikir de olsa, geri dönmek konusunda pek de olumlu konuşmuyor, somut adım, somut önlem, somut icraat; laf değil iş görmek istiyor.

Bu somut adım ve icraatlar çok geniş bir alana yayılıyor: Vatandaşlıktan çıkarılanlara yeniden vatandaşlık mı verilecek? Geçmiş haksızlıklar için özür mü dilenecek? Uğranacak zararların tazmini konusunda adım atılacak mı? Gayrimüslimleri devlet memuru yapmayan zihniyet nasıl değişecek? Türk ve Müslüman olmayana hayatı zindan eden yaklaşımlar ne olacak? Eğitim sistemi? Ders kitapları? Bürokratik ayrımcılıklar? El konulan mal-mülk...?

Bakan Çelik’in şahsında, hükümet, eğer gayrimüslim vatandaşların geri dönüşü konusunda gerçekten ciddiyse, onlardaki bu temkinli duruşun ima ettiği değişimi hayata geçirebilecek pratik adımları atmak üzere bir program hazırlamalı ve bunu bir an önce muhataplarıyla paylaşmalı ki, var olan güvensizlik daha da derinleşmesin ve dede-nine topraklarına dönmek isteyen insanlar için bir güven ortamı tesis edilebilsin.

Doğrusu budur. Talebimiz ve beklentimiz de öyle…   



Mesleği savunmak

AK Parti cephesi yalanlansa da, Hasan Cemal’in Milliyet’ten uzaklaştırılmasında Başbakan Erdoğan’ın bildik kaba ve kabul edilemez tavrının rol oynadığı muhakkak. Ancak hükümetin basına bu tip zorbaca müdahaleleri ne yeni ne de sürpriz sayılır. Öte yandan, Demirören patronajındaki Milliyet yönetiminin tavrı, meseleye iktidarın güç kullanımından bambaşka bir boyut daha katıyor ve o boyutta gazetecilik mesleği adına bolca utanç var. İşin garibi, bu tavır da yeni veya sürpriz sayılmaz. Medya ve gazetecilik mesleği, adının yanına “güvenilir” sıfatını alabilecek bir sicile sahip değil bu ülkede. Galiba zurnanın zırt dediği yer de burası.

Eğer gazeteciler bugüne dek mesleki etik ve onurlarını koruyabilselerdi, eğer güç ve iktidar karşısında bağımsız tavır alabilselerdi, eğer siyasi baskılar nedeniyle işlerinden olan meslektaşlarını savunabilselerdi, bir Başbakan bazı gazetecilerin işten atılması için bir medya grubuna bu kadar kolay baskı yapabilir miydi?

Önümüzde kınanması gereken bir Başbakan duruyor şüphesiz. Peki ya gazeteciler?  Hasan Cemal’in gazetesiyle ilişkisinin kesilmesi öncesi ve sonrasındaki gazeteci tutumlarıyla ilgili genel manzara, bu soruyu haklı çıkarır nitelikte.

Evet, bazı demokrat yazarlar meslektaşlarına ve dostlarına sahip çıktılar; Başbakan’ı ve Milliyet’i sert bir şekilde eleştiren yazılar yazdılar, ama kimsenin aklına, basın özgürlüğüne yönelik bu büyük tacize karşı yan yana gelmek, ortak bir tavır geliştirmek, Başbakan’a ve gazete patronlarına pabucun sandıkları kadar ucuz olmadığını göstermek gibi bir tercih gelmedi. 

Herkes kendi durduğu yerden, kendi görüşü ve meşrebince yaşananlara tepki gösterdi, ancak kimse de  kalkıp, “Yaşananlar kabul edilemez, buna karşı ortak bir duruş gerekir, aksi takdirde bu ülkede gazetecilik yapılamaz!” demedi; Hasan Cemal’e ve diğer gazetecilere reva görülen muameleye karşı bir savunma hattı nasıl oluşturabilir diye düşünmedi.

Yüzlerce gazeteci hayat normal akışında seyrediyormuşçasına yazıp çizmeye devam ederken, önde gelen köşe yazarları köşelerini bir karşıt duruş, bir tepki anlamına gelecek bir tutuma ayırmazken; bir dakika, bir gün, bir saat olsun başlarını çalıştıkları masadan, tıkırdattıkları bilgisayardan kaldırmazken; harıl harıl yazıp çizmeye ayırdıkları vaktin onda birini meslektaşlarına nasıl sahip çıkabilecekleri, mesleğin onurunu nasıl savunabileceklerine ayırmazken, Hasan Cemal’in ardından dökülen gözyaşları timsah gözyaşları olmuyor mu?

Evet, Başbakan suçlu; evet patronlar çıkarcı… Peki ya gazeteciler?

Evet, Hasan Cemal bizlere bir kez daha ayna tuttu. Ve bu aynada, gazeteciler pek de güzel görünmüyor.