OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

300 Ispartalı, tarih, siyaset

Aralarında tarihçilerin de bulunduğu ‘300 Ispartalı’ bildirisinin “1000 yıllık Türk hâkimiyeti” gibi argümanları, tarih-siyaset ilişkisini adamakıllı tartışmamız gerektiğini bir kere daha ortaya koydu (o filmin de, bu imzacıların da berbat ideolojilere sahip olmaları bir tesadüf mü acaba?). Meselenin esasına geçmeden evvel bir noktayı belirtmekte fayda var. Burada ‘siyaset’ten kasıt, partiler, gruplar, kurumlar arası günlük ilişkiler ya da o veya bu partinin destekçesi olmak değildir. Dolayısıyla, tarihin ve tarihçinin siyasi olması da, sadece belli bir partinin veya akımın desekçisi olması şeklinde anlaşılmamalıdır. Böylesi çok basit olurdu. Siyaset, bunun ötesinde, özgürlük ve adalet gibi bazı ilkeler üzerinden, ahlaki olması sanırım kaçınılmaz, genel bir duruş ve yaklaşım sahibi olmak şeklinde anlaşılmalıdır.

Bazı tarih ekolleri ve tarihçiler, kendilerini bu anlamıyla da siyasetten ayırarak, yaptıkları işin ‘etliye sütlüye karışmadan’, ‘objektif’ biçimde, olanı anlatmaktan ibaret olduğunu ileri sürerler. Onlar, ‘aşkın uzmanlar’ olarak siyasetin dışında ve ‘tarafsızdırlar’. Siyasete küçümseyici bir nazarla baktıkları için, günümüzün siyasi tartışmalarına pek girmezler. Böylece de siyasileşmediklerini düşünürler, daha doğrusu zannederler. Çünkü, insan pekâlâ, yaptıkları kadar yapmadıklarıyla da, aktiflikleri kadar pasiflikleriyle de, belli bir siyasete istemeden de olsa hizmet edebilir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, şimdiki zamanın iktidar ilişkileri ve yapılarıdır. Tarihçi de bir boşluktan değil, ister istemez bu iktidar yapılarının içinden konuşur. Burada da iktidarı salt devlet ve gelip geçen hükümetlerden ibaret olarak değil, Foucault’nun tarifiyle, onları da kapsayan ama onların ötesinde, ideolojik, söylemsel ve pratik anlamda günlük hayatın her veçhesine sinmiş uygulama ve davranış kalıpları olarak düşünmek gerekir. Bu iktidar yapıları ve ilişkileri, kendilerini belli bir geçmiş, daha doğrusu geçmişin belli bir versiyonu üzerinden sunar ve meşrulaştırırlar. Tahrifatlar, karartmalar bir yana, ‘olabilecek tek şey’ olarak anlatılan bu geçmiş, günümüzün iktidarlarını meşrulaştırarak, baskılarının, haksızlıklarının, adaletsizliklerinin devamını sağlar, onlara payanda olur. Size anlatılan, ‘normalliğin’ tarihidir; böyle olmuştur, çünkü böyle olmalıdır, başka türlüsü olamaz(dı). İşte tarihçi bu noktada devreye girmeli ve anlatılagelenin, normalliğin değil baskının, zulmün tarihi olduğunu göstermelidir. Bunu nasıl yapacağı, mekâna, bağlama, o bağlamdaki iktidar yapılarına göre değişir ama temel mantık, bugün içinde bulunduğumuz varoluş ve yaşayış biçiminin kaçınılmaz olmadığını ortaya koymaktır. Bu amaç doğrultusunda tarihçi, geçmişte o veya bu sebepten dolayı güdük kalmış, ‘tamamına ermemiş’ ama daha özgür, daha müreffeh, insanın insana zulmünün daha az olduğu bir toplum potansiyeli barındıran olasılıklara dikkat çekebilir, çekmelidir. Örneğin, bugün erkekliğin kadınlık, heteroseksüelliğin eşcinsellik, Sünni Müslümanlığın / Türklüğün, bunların dışında kalanlar üzerinde bir baskısı söz konusudur ve her biri de bir tarih anlatısı üzerine bina edilmiştir. Peki, tarihçi, siyasi tarafsızlık adı altında bu haksızlıklara bigâne kalabilir mi? Bunları baskı altında tutan düzenin ortaya çıkışının kaçınılmaz değil ama birtakım tercihlerin –ve tesadüflerin?– sonucu olduğunu göstermekten imtina edebilir mi? Bile bile, göre göre bundan kaçınırsa, sırtını dönerse, hadi geçtim ahlaki boyutunu, siyasi olmaktan kurtulmuş mu olur? Kurtulamaz, çünkü tercihini statükonun yani mevcudun devamından yana kullanmış olur.

Bu mantıkla somut ama acı bir örnek verecek olursak, dürüst, namuslu tarihçiler daha fazla konuşsa, daha fazla görünür olsa, yani daha ‘siyasi’ olsa, Hrant Dink bu kadar kolay ‘harcanabilir’ miydi? Çünkü hepimiz biliyoruz ki, Dink’in katline sebep tarihtir. Bir haksızlığı anlatmaya çalışıyordu ama diğerleri yanında tarihçilerden de yeterli desteği göremediği için kolayca hedef haline getirildi. Veya son bildiri meselesini ele alalım. Burada sunulan tarih perspektifine katılmayan, ama ‘siyasileşmemek’ için, bütün ülke için böyle kritik bir virajda susan tarihçi, kendi varoluşunu inkâr etmiş olmaz mı? Kendini inkâr eden biri saygıdeğer olabilir mi?