BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Esnaflık kavramı

Geçen Cumartesi günü Beyoğlu Spor Kulübü’nde bir dolu eski dost, Nilüfer Uzunoğlu’nun hazırladığı ‘Antigoni, Küçük Adamız, Hayatımız’ adlı belgeseli izleyerek, gençlik günlerimize döndük. Haberi vardı geçen hafta, biliyorsunuz. Ama sandığınız gibi ben bu yazıda onu anlatmayacağım. Zaten ne diyebilirim ki? Tarafsız bile olamam; mademki ilk andan son ana, hiç kurumadı gözümün yaşı... Orada bulunan herkes gibi, ekranda beliren her bir sevilenin özlemle anlattığı geçmişe dair bir güzellik, alıp götürdü beni ta nerelere...

Düşündüm sonra, vatan bildikleri topraklardan zorla koparılan bunca insan, neredeyse bir ömre denk gelebilecek sürede, benimseyememişler gönderildikleri o yeni toprakları, bir türlü ‘vatan’ diyememişler. Çünkü yüreklerini burada bırakmışlar. İki laflarından biri “Ah, İstanbul başkaydı, adamız başkaydı.” Doğrudur. Başkaydı. Geçmiş zaman. Peki, ya şimdi? Karşımda olsalardı, onlara demek isterdim ki “Siz buraları bıraktığınız gibi kaldı mı sanıyorsunuz?”

Canım devletim, gidenlerin dönebilmelerine imkân sağlama havasına girdiydi hani... Dönebilseler, anılarında korudukları o güzellikleri yeniden bulabilirler miydi acaba? Öyle olsa, biz de bunca öykünür müydük geçmişe? Ne İstanbul o eski İstanbul artık, ne de Adalar o eski Adalar. Geçti gitti o günler. Biz içinde yaşarken, zaman zaman isyan etsek de, bize ters gelse de, ağır ağır alıştık bu sevimsiz değişime. Ama o en güzel zamanında kopup gidenler, şimdi birden düşüverseler bu halin içine, bizden daha çok acı çekerler, eminim. Tıpkı, kaynar suya atılan kurbağanın, ağır ateşte kaynatılandan daha çok acı çekmesi gibi.

Bakın, beni bu düşüncelere salanlar arasından seçtiğim küçük bir örnek vereceğim şimdi size. Varın, gerisine siz karar verin. Filmdeki eski Burgazlılardan biri, Ada esnafına dair şöyle bir olay anlattı: Bir sabah, birkaç bakkaldan biri olan Andon’a gidip biraz kaşar peyniri, biraz kavurma istiyor. Andon, istediklerinden yalnız birini veriyor, diğerini kendisinde olmasına rağmen vermek istemiyor ve onu da bakkal Haralambos’tan almasını rica ediyor. Neden, biliyor musunuz? Çünkü kendisi, o günkü siftahını yapmış ama Haralambos daha yapmamışmış. Bakar mısınız, esnaflık namusuna?

Epey konuştuk sonra bu konuda. Meğer bu, doğruluk, kardeşlik, dostluk, kanaatkârlık, diğerkâmlık gibi birçok meziyet içeren, iyi ahlak temellerine oturtulmuş bir esnaf teşkilatı olan Ahiliğin prensiplerinden biriymiş. Bilmezdim, öğrendim. Var mı şimdi böyle bir esnaflık? Var mı, meslektaşın ürünlerini kötülememek, taklit etmemek, elinden pazar kapmaya çalışmamak, fiyatını kırmamak gibi gibi bir esnaflık ahlakı?

İyi iş yapan bir mekânın yanı başında, ya da karşısında, pat diye aynısından bir tane daha açılmaz mı? Hatta oranın belkemiği sayılan bir çalışanı bile daha fazla para verilerek ayartılmaz mı?

Kim bilir kurcalasam daha neler çıkar, artık hiçbir şeyin eskisi gibi kalmadığını gösteren... Ama hiç gerek yok, nasılsa düşündükçe sizin de gelir aklınıza. Tüm İstanbul için kendinizi zorlamanıza bile gerek yok, Adaları düşünün sırf, ya da yaşadığınız semti. Hele de, büyüdüğü semtte yaşamaya devam edenlerdenseniz, daha iyi kıyaslar, daha iyi anlarsınız. Hani o çocukken kapınızı kilitlemeye bile gerek duymadan yaşadığınız semti kast ediyorum. Ki bunlar bile şart değil, yukarıda verdiğim tek bir örnek de yeter.

Bu arada, sohbet ilerledikçe bir şey daha öğrendim. Biliyor musunuz, eskiden Samatya esnafının, her sabah işe başlamadan birlikte kahvaltı edip, hep birlikte dükkân açmak gibi bir alışkanlığı varmış. Her dükkâncının, her pazarcının eşi evden, börekti, poğaçaydı, kekti, kahvaltılık bir şeyler hazırlarmış. Sabahın erken saatlerinde, daha dükkân, tezgâh açma saati gelmeden, o ‘İkinci Bahar’ dizisinden herkesin aşina olduğu çarşı meydanında, büyük bir sofra kurulurmuş. Domatesi, peyniri, zeytini, ekmeği esnaftan, bütün o evden getirilenler ortaya konur, hep birlikte çaylar içilir, birbirlerine hayır duaları edilerek başlanırmış güne. Ne güzel, değil mi? Var mı şimdi böyle bir âdet?

Nereye bağlasam, nasıl bitirsem, bilmem ki... “Ah İstanbuuul, İstanbul olalııı, hiç görmediii böööyle kedeeer...” diye, bozuk plak gibi çığırıp duruyor beynim. Şarkıdaki hangisi olursa olsun, bizimkisi hüsrana uğramış İstanbul aşkı.