OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Komşular neden öldürür?

 

İnsanın insana ettiği zulmün sonu gelmiyor. Koca 20. yüzyıl bu kötülüklerin ‘şahikalarıyla’ dolu ama, kimse geçmiş tecrübelerden hiçbir şey öğrenmediği, öğrenmek istemediği için, katliamlar, sürgünler, göçler, azalmak bir yana, katlanarak sürüp gidiyor. O kadar ki, insan derin bir umutsuzluğa kapılıyor ve artık bunlar üstüne konuşmak ve yazmak da anlamsız, faydasız gelmeye başlıyor; insan denen yaratığın ‘adam’ olmaya, barışa niyeti olmadığına ikna oluyor. Ama vazgeçmek de teslimiyet demek olacağından, mecburen, dilimiz döndüğünce anlatmaya devam ediyoruz. Türkiye’nin siyasetinden sokak hayatına kadar her yere sinmiş gerilim ve şiddet karamsar olmaya zaten yeter ama bir de gerek Türkiye’de, gerek başka yerlerde yaşanmış geçmiş vahşet örneklerine tekrar göz atınca, insanın kötülük kapasitesi karşısında dehşete ve yeise kapılmamak çok zor.

Bana bunları bir kere daha hatırlatan, editörlüğünü Victoria M. Esses ile Richard A. Vernon’un yaptığı, ‘Etnik İlişkilerin Çöküşünü Açıklamak’ adlı kitap oldu. Kitabın çok çarpıcı bir de alt başlığı var: ‘Komşular Neden Öldürür?’ Böyle bir alt başlığı var, çünkü soykırımlar ve etnik temizlikler esnasında diğer etnik/dini gruba mensup komşular/‘arkadaşlar’/tanıdıklar koruyup kollayan oldukları kadar, hatta belki ondan daha fazla, saldıran, tecavüz eden, öldüren, çalan da olabiliyorlar, olmuşlar. Çeşitli yer ve zamanlardan bu gibi olayların örnekleri o kadar çok ki... İnsanlar günlük hayatta çeşitli vesilerle karşılaştıkları, otobüs durağında sohbet ettikleri, evlerine kahveye gelen, bebeklerine bakıcılık yapan, hatta akrabalarıyla evlenenler tarafından vahşice katledilmişler. Şu tespit dehşet verici: “[Ruanda’da] doktorlar hastalarını, öğretmenler öğrencilerini öldürdüler.” Gene Ruanda’da 1994 Nisan’ın ilk haftasını takip eden 13 haftada katledilen insan sayısı 800 bin civarında, ve üstelik ortada öyle ‘gaz odaları’ falan da yok. Ölümlerin çoğu pala benzeri kesici aletlerle gerçekleşmiş. Bazı ‘çok bilmişlerin’, “Ne de olsa Afrikalı, vahşi” dediğini duyar gibiyim. Sanki başka yerlerde böyle şeyler olmamış gibi... Oysa biliyoruz ki çok farklı yerlerde benzer olaylar yaşandı.

Temmuz 1941’de Polonya’nın Jedwabne kasabasında, kasabanın bir yarısı öteki yarısına saldırdı. Yedisi hariç, kasabanın bütün Yahudileri, yani 1600 kadın, erkek ve çocuk katledildi; bunu yapan, kasabanın Leh erkekleriydi. Kurbanlar, katilleri olarak, üniformalar içinde ‘emirleri yerine getiren’ birtakım anonim kişileri değil, kendi komşularını gördüler. 1990’ların başında, gene ‘Avrupa’nın göbeğinde’, Balkanlar’da yaşanan katliamların anısı da hâlâ hafızalarımızda. Orada da kimi durumlarda faillerin kurbanlara yakın kişiler olduklarına dair sayısız tanıklıklar var. Boşnak bir kadın, kendisine tecavüz eden genç komşusunu anlatırken, “Sık sık bize gelen, oturup kahve içtiğimiz biriydi” diyor. Bosna’nın bir köyünde öldürülen 35 Müslüman erkeğin katilleri, “geçen sonbahar beraber hasat kaldırdıkları, ergenlik maceralarını ve sırlarını paylaştıkları, sıcak yaz günlerinde ırmakta beraber yüzdükleri” kişilerdi.

Örneklerin hep Türkiye dışından olduğuna bakıp sevinecek bir durum yok, zira bu toprakların tarihi de benzer olaylarla dolu. Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta onca insanı kim öldürdü? 1915 soykırımında Cibin’den (Urfa) sağ kurtulan birinin, Donald E. Miller ve Lorna Touryan Miller tarafından kaleme alınan ‘Survivors’ adlı kitaptaki ifadeleri, benzer durumlara Türkiye’den başka bir örnek: “Aralarında babam ve abilerimin de olduğu ileri gelen kişileri kilisede topladılar ve avluda dövmeye başladılar. Ben daha küçüktüm, daha altı yaşında falandım. Babalarımızı dövmelerini seyrediyor, ağlıyorduk. Babamın haftada birkaç kere ziyaretimize gelen en yakın arkadaşlarından biri şimdi babamı dövüyor ve bütün mallarını istediğini söylüyordu. Bitap düşen zavallı babam istediği şeyi yapacağını söyledi. O adam hemen o avluya gerekli kağıtları getirdi ve babam, bütün malını mülkünü İsmail Bey’e sattığını gösteren imzayı attı.”

Bütün bunlar bize, soykırımların ve etnik temizliklerin gerek psikolojik, gerek sosyal mekanizmalarının çok karmaşık olduğunu, basitçe iyi insanlar - kötü insanlar modeliyle açıklanamayacağını gösteriyor. Bu tür faciaları önlemenin belki de ilk adımı, bizim başımıza (kurban, ya da ‘izleyici’ olarak) hiç gelmeyecek gibi düşünmekten vazgeçmektir. Belki de bugünden düşünmeye başlamak gerekir: “Silahlı adamlar, komşularımı evlerinden alıp götürmeye başlasalar ne yaparım?” Bu, cevap verilmesi kolay bir soru değil ve gün gelir, siz de bu soruyla yüzyüze kalabilirsiniz. O zaman hızlı davranmanız gerekebilir, onun için şimdiden hazırlıklı olun. Tabii, bizzat saldıran değilseniz.