OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Birnam Ormanı

Aslan yürekli ve mağrur ol, hiç umursama
Kim senden nefret etmiş, kim kızmış, kim iş çevirmiş
Macbeth asla yenilmeyecek
Ta ki Birnam Ormanı, Dunsinane Tepesi’nde vuruşmak için üzerine yürüyene dek
 
Kısmette, memleket tarihi günler yaşarken 9 bin km. uzakta kalmak da varmış; ama ‘baş belası’ sosyal medya sayesinde olaylara İstanbul’da olan birçok kişiden daha yakındım. Hatta sadece ana akım kanalları seyredenlerden, hiç şüphesiz, çok daha yakındım. Bu ‘vaka’ hakkında birçok şey söylendi, daha da söylenecek; ama bu, birbirinden farklı hatta çelişik birçok unsuru barındırdığı için, kesin yargılarla tarif edilmesi, tutarlı, sınırları belli bir kategoriye oturtulması zor bir olay. Yani aslında, tam da yeni nesil sosyal hareketlere bir örnek (onlar da eskidi ya, neyse). 
Olaya bakıldığında, hem kötümser, hem iyimser olmak için sebepler var. Kötümserliğin tek değil ama en kaygı veren kaynağı, başbakan ve kadim polis şiddetinin kendini en çirkin, en vahşi yüzüyle bir kere daha göstermesidir.
 
Başbakan “Bunlar birileri tarafından kışkırtıldı” diyor ya, çok haklı; ama onları bulmak için fazla uzağa gitmeyecek, çünkü bu olayları kışkırtan kişi başta kendisi, yönetim anlayışı ve tavrıdır. Elini kürsüye vura vura “Siz ne yaparsanız yapın, biz kararımızı verdik, verdiğimiz gibi de işleyeceğiz” derken yüzündeki hem alaycı, hem otoriter ifade, benim gibi, bırakın kategorik AKP düşmanı olmayı, doğru işlerinde kendi çapında destek vermiş birini bile öfkelendiriyorsa, bu yaklaşımın, tavrın bir an önce terk edilmesi gerektiği açıktır. Diğer örneklere hiç girmiyorum. İnsanın kendine karşı olan öfkeyi, nefreti bu kadar körüklemesinin nasıl meşru bir mantığı olabilir ki? Tabii, bir de, onu ‘ölesiye’ sevenler var. Böylece siyasetimiz de bir kişiye olan sevgi ve nefret cenderesine sıkışmış oluyor. Hele, Başbakan’ın “Onların on bin çıkardığı yere ben yüz bin çıkarırım”, “Tabanımı evlerinde zor tutuyorum” gibi ifadeleri var ki, korkunç, insanın tüylerini diken diken eden sözler.
 
Bir ülkenin başbakanı, kendisini ve politikasını protesto edenlere karşı “Ben de bizim mahalleden çocukları toplarım” tavrını sergiliyor. Kendine oy verenleri bir sözüyle sokaklara dökülecek kullar olarak görmesi bir yana; bu, dirayetli, basiretli, konumunun farkında bir siyaset adamının söyleyeceği bir söz mü? Böyle yaparsanız, “Ben 76 milyonun başbakanıyım” sözünüze kim, nasıl inansın? Ne diyeyim, bu ülkeyi tırnak ucu kadar umursamıyorsanız, tutmayın tabanınızı evlerinde, çıkarın sokağa. Çıkarın da, hep beraber kılalım Türkiye’nin cenaze namazını. Bir başbakan ülkesini yakmakla tehdit ediyor; kimse “Öyle bir şey demedi” demesin, o sözlerin sonucu budur. Bunlar artık yorgun, muvazenesini kaybetmiş bir zihnin ve ruhun emareleri. Bu yorgun zihin, meselenin Gezi meselesi olmadığını büyük bir gizemi keşfetmiş gibi söylüyor. Bir de, inşallah şu ‘marjinaller’ lafını, ele güne karşı zevahiri kurtarmak için söylüyorlardır. Yok gerçekten inanarak söylüyorlarsa, bizi daha zor günler bekliyor demektir. Başbakan, ‘Gezi olayları’nı ‘dış bağlantılar’la ilişkilendirmek yerine, kendi ruhunun ‘iç bağlantıları’nı bir yoklasa, Şekspiryen bir düşüşün son demlerine varmadan iktidar denen kemirgenle, nefsiyle hesaplaşsa, hem onun hem bizim için daha hayırlı olacak. 
 
Başbakan’ın yönetim anlayışındaki sorunlar kendini başka ifadelerinde de gösteriyor. Bir özel üniversitenin bu olaylar karşısındaki tutumundan bahsederken, rektörlüğün öğrencilerine “hâkim olamamasını” sert biçimde eleştiriyor. Öğrencileri hâkim olunacak bir ‘şey’, ne bileyim, mesela bir beygir gibi görüyor. Öyle ya, başbakan dediğin ülke nüfusuna hâkim olur, rektör dediğin de öğrencilerine hâkim olur.
 
Başka bir örnek: Fatih Altaylı Taksim’e yapılacağı söylenen opera binası için feyz alınabilecek binaların bulunduğu bir kitap getirdiğini söyleyince, Başbakan “Tamam, bakarım”, diyor ama hemen ekliyor: “Modern mimari olmasın ama...” Bu, ayrıntı gibi duran ama Başbakan’ın yönetim zihniyetini faş eden bir örnek. Opera binası projesinde, modern mimari seçeneği neden en başından eleniyor? Çünkü Başbakan şahsen o tarzdan hoşlanmıyor. Hoşlanmayabilir, kendine ev yaptırırken modern mimari tercih etmeyebilir, kim karışır? Ama Taksim gibi bir yere bir bina dikilirken hangi seçeneklerin ‘daha en baştan’ eleneceğinin ölçütü, Başbakan’ın mimari zevki olmasa gerek. İşte anlayamadığı nokta bu: %50 oy demek, dikilecek binalara dahi zevkine göre karar ver demek değildir. Yarın seçim olur, gene seçilir, ülkeyi gene yönetir, sonuna kadar meşrudur, yönetim yetkisi tartışılamaz ama “ileri demokrasi’ gemisinin lafla yürümeyeceğini, bunun seçim kavramından daha derin ve daha ‘ince’ bir zihniyeti gerekli kıldığını fark etmek gerekir.
 
Seçim bir andır, demokrasi ise bir süreç, ve o süreci işletmek, diri tutmak için daimi tavrınızın da demokrat olması gerekir.
Bir noktanın altını çizelim: Belli bir süreden beri, diyelim ki aşağı yukarı üç senedir, Başbakan ve hükümetinin sürdürdüğü vehamet derecesinde yanlış tutum ve icraatları, daha evvel yaptığı doğruları yanlışlamaz. Gel gör ki, hayat, hele hele siyaset, insana birtakım doğruları yapınca sonsuz kredi açan bir zaman dilimi değildir. Denizi geçer, çayda boğulursunuz. 
 
BDP notu: Başlı başına ayrı bir tartışma konusu ama BDP’nin Türkiye’deki siyasi duruşunu ve söylemini önemsediğim için bu olaylar karşısındaki tutumunu anlamaya çalıştım. Uzaktan görebildiğim o ki BDP’nin itibarını Sırrı Süreyya Önder kurtardı, eğer kurtardıysa. Kürtlerin hareketine öteden beri destek vermiş birçok tanıdığımda BDP’ye karşı en hafif tabirle bir ‘gönül kırıklığı’ gözlemliyorum. Uzaktan bu kadarını söylemiş olayım.
 
Polis notu: Polisin yaptıkları kan dondurucuydu. Değme korku filmine taş çıkartır. Evin içine gaz bombası atmaktan tutun da, tek bir kişiye 8-10 polisin dayak atmasına kadar. Polis bir nefret öznesi ve nesnesi oldu. Ben şuraya kendi duygularımı yazsam mahkemelik olurum. Hükümet bunları tek tek çıkartıp, teşhir edip, “İşte bunlardı, şu şu cezaları verdik” demediği sürece adalet yerini bulmuş olmayacak. Safça, biliyorum ama ben gene de söylemiş olayım: Polis her daim sorunlu bir yapıydı zaten. Sokaktaki poliste profesyonel bilinç ve hareket sıfır. Polis ‘işi’ni yapmıyor, bir sokak çetesi gibi karşısındakiyle kavga ediyor, dolayısıyla da onu ezmeye çalışıyor. Polis için toplumsal olay, göstericiyle arasında ‘şahsi bir mesele’. Polis için çok sorunlu bir psikoloji.
 
Sosyolojik not: Bütün her şey bir yana, müthiş bir toplumsal bir ‘an’ yaşadık, sosyolojik anlamda çok heyecan verici. İnsan denen yaratığın toplumsallığının yaratıcılık potansiyeline ve duygu genişliğine bolca şahit ve hayran olduk. İnsanlardaki söz ve eylem yaratıcılığı tavan yaptı. ‘Olay’ı bu açıdan da ince ince düşünmek gerekiyor.