OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Demokratlığın ulusalcılıkla imtihanı

 
Gezi Parkı sürecinin sonunda Başbakan ve hükümeti, yönetilmesi kendileri için artık çok daha zor bir ülke ve toplumu kendi elleriyle yaratmıştır. Seçimlerdeki oy dağılımı nasıl olursa olsun istikrarı sağlamak zorlaştı, çünkü Başbakan tercihini gerginlik siyasetinden yana yaptı. Bazılarının dediği gibi kendisine karşı kurulmuş bir komplo varsa, o komplonun gönüllü oyuncusu oldu. Başbakan, kendi sakin olsa, itidal çağrılarına kulak verse, var olduğu iddia edilen komplo da boşa çıkar (veya çıkardı).
 
Evet, ilk günden beri ne yapsa yaranamayacağı, kendisine ve partisine kategorik olarak karşı hatta ‘düşman’ olanlar vardı. Ama buna mukabil, bunun doğru bir yaklaşım olmadığını, icraata göre hüküm ve icabında destek verilmesi gerektiğini söyleyen, kimilerinin hatalı bir adlandırmayla ‘liberal aydınlar’ dediği bir kesim de vardı. Onların yaptığı bu rasyonel olma, ilkesel davranma çağrısı az veya çok etkili de oluyor, AKP hükümetlerinin meşruiyetini artırıyor, işini kolaylaştırıyordu. Başbakan’ın bir süredir içinde bulunduğu eylem ve söylemler bu kesimle arasını açmaya başlamıştı zaten (Başbakan bu kesimin desteğinin niceliksel değil ama niteliksel bazda ne kadar önemli olduğunu henüz anlamadıysa da anlayacaktır ya da umalım ki anlasın). Fakat, bu son olaylardan sonra kategorik Erdoğan ve AKP karşıtlarının sayısının kat be kat arttığını görmek için büyük sosyolog olmaya gerek yok.
 
Bundan sonra, Erdoğan ve AKP’yi, icraatları bazında soğukkanlı biçimde değerlendirmeye çağıranlar çıksa bile, büyükçe bir kesim (diğer %50 diyebilir miyiz?) buna zor kulak asar. Bunun için onları ne kadar suçlayabiliriz? İnsanlar kendilerine yapılan zulmü kolayca unutabilecek mi? Başbakan aklı, mantığı ve sağduyuyu öne çıkaran bir siyasetten ziyade, tavrı öne çıkaran bir siyaset tercih ettiği sürece karşılığında göreceği de akıl değil başka bir tavır olacaktır, bunda da şaşılacak bir yan yoktur. Korkum, bu inatlaşmada geri dönülebilir noktayı geçmiş olma ihtimalimizdir. 
 
Siyaset diyoruz ama aslında burada siyasetin önünü kapatan bir durum var. Çünkü normatif anlamda siyaset birbirini dinlemeyi, anlamaya çalışmayı, ikna etmeyi tanımlayan bir olgudur. Halbuki, öyle yıkıcı ve ayrıştırıcı bir süreçten geçtik ki (şahsen ben demokrat geçinen birçok yazarın kelini gördüm), inşallah yanılırım ama bundan sonra insanların birbirini değil anlamaya çalışmak, dinlemesi bile iyice zorlaşacak (zaten dinlemek ve anlamanın milli hasletlerimizden olduğu da pek söylenemez). Geldiğimiz noktanın tek değil ama en büyük sorumlusu da, kendisi hakkındaki olumsuz duyguları inadına pompalayan, tonunu düşürmesi için örtülü veya açık birçok telkine rağmen her defasında ‘eli yükseltmeyi’ tercih eden, Gezi sürecinde halkın arasına kamplaşma tohumları eken Başbakan Erdoğan’dır.
 
Toplumdaki genel öfke ve nefret seviyesi çok yükseldi. Siyasetin ana ekseni, gittikçe fikirler, ilkeler ve işler üzerinden değil, Erdoğan’ı sevmek veya odan nefret etmek üzerinden belirlenir hale geldi ve gelecek. Bunun da sağlıklı bir duruma işaret etmediği açık. 
 
Kimileri de gösterici kitlenin içindeki ulusalcı-Kemalist damarı işaret ederek, bu kitlenin gerici bir kitle olduğunu dolayısıyla desteklenmemesi gerektiğini söyledi. Sırayla gidelim; her ne kadar dağılımı belirlemek çok mümkün değilse de bu kitlenin külliyen ulusalcı olduğunu söylemek gerçekle bağdaşmaz. Evet, “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye bağıranlar vardı ama unutmayalım ki “Mustafa Keser’in askerleriyiz” sloganı da bu kitleden çıktı. O kitlenin içinde, hoca, öğrenci ve mesai arkadaşı ilişkisi içinde bulunma onuruna eriştiğim çok sayıda insan var. O çocuklar ulusalcılığa/Kemalizm’e iki numara büyük gelirler.
 
Denebilir ki, sayıları ne olursa olsun, daha örgütlü ve daha saldırgan oldukları için ulusalcılar hareketin yönünü tayin edeceklerdir. Buradan bakılınca da, son on yılda askeri vesayeti ve Kemalist baskıcı hegemonyayı geriletme konusunda elde edilen kazanımları kaybetme riskinden söz edilebilir. Zaman ne gösterir bilinmez ama bu ihtimali hepten reddedemeyiz. Peki ama ne yapsaydık? “Aman, bu sonunda ulusalcılara yarar” diyerek yenir yunutur olmayan laflara, tehditlere ve en önemlisi vahşete bigâne mi kalsaydık, sırtımızı mı dönseydik? İsteyen bunu yapsın, ben yapamam.
 
Dün nasıl “Bu sonunda İslamcılara yarar” diye, hak bildiğimizi, doğru bildiğimizi savunmaktan, zulüm görenin yanında olmaktan imtina etmediysek, bugün de etmeyeceğiz. Dün onların özgürlükleri için yan yana durduklarımız bugün bizim yanımızda değillerse, varsın bu da onların ayıbı olsun. Biz yarın gerekirse yine onların yanında da olmayı biliriz. Herkes, özgürlüğü herkes için isteyecek. Bunu düstur edindikten sonra, bugün şunun, yarın ötekinin yanında durmak tutarsızlık değildir; bilakis, sapına kadar ilkeli olmaktır. Ulusalcılıkla, Kemalizm’le fikir mücadelem baki ama kimsenin ağzına gaz fişeği tıkılmasına razı değilim.