OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Gezi’yi tepeleyen demokratlar

 

 

Gezi olaylarında Türkiye çapında sokağa çıkan veya tencere-tava çalarak, su yardımı yaparak, kapılarını açarak lojistik ve moral destek veren kitlenin sosyolojik özelliklerine baktığımızda ‘karışık’ bir kitleden bahsedebiliriz. Yani, bu kitleyi meslek, gelir düzeyi, eğitim durumu, kültürel sermaye, siyasi görüş ve katılım motivasyonu gibi ölçütler temelinde analiz ettiğinizde, belli parametrelerde belli eğilimler olmakla birlikte, ortaya homojen olmayan, parçalı bir görüntü ortaya çıkıyor. Tabii, bütün parçalar aynı yüzdelik dilimlerle temsil edilmiyordur ama sonuç olarak elimizdekini bir sınıf veya siyasi fraksiyon hareketi olarak tanımlamak pek mümkün değil.

Buna rağmen, hâlâ, Gezi’yi “seçime, sandığa, parlamenter demokrasiye karşı, hükümeti yasadışı yollardan devirmek amacında veya amacı bu olanların oyununa gelmiş bir grup insan”a indirgeyen nafile yazılar okuyoruz. Bunlardan biri de, askerin darbe yapabileceği endişesini koruyan ama iktidarın demokrasi için oluşturduğu riskler açısından rahata ermiş genç sivil Yıldıray Oğur’dan geldi. Sapla samanın karışık biçimde bolca bulunduğu yazının (ki içinde olmayan tek şey, bu süreçte Başbakan’ın ve hükümetinin sözleri ve yaptıkları; zannedersin onlar sürecin pasif mağdurları) bir iddiası, Gezi’ye hâkim motifin TGB, Türk Solu çizgisi olduğu, harekete destek verenlerin de bunlarla “yan yana düştüğü”ydü. Harekete dair bu tespit zaten şüpheli ama bunu bir saniye kenara bırakıp soralım: Gezi hareketine destek verenler TGB ve Türk Solu ile yan yana düştü de, vermeyen Yıldıray Oğur kimlerle yan yana düştü? Bildiğin galiz küfürleri yazı diye yazan Hasan Karakaya’yla, zamanında Hrant’ın katline övgüler düzmüş, şimde de Gezi hareketi katılımcılarına “siyonist, gavur, komünist” diye aklınca hakaret eden ‘şarkı’ yazmış İsmail Türüt’le... Yanlış anlaşılmasın, ben Oğur’un Türüt’le aynı meşrepten olduğu veya aynı düşündüğü kanaatinde değilim (en azından şimdilik). Peki nasıl oluyor da Oğur, Gezi’de birlikte yaşam kültürüne, demokrasiye katkıda bulunabilecek önemli unsur ve motifler olduğunu, dolayısıyla bir çırpıda harcanmaması gerektiğini söyleyen herkesi TGB ve Türk Solu’yla aynı torbaya koyup sallamakta bir beis görmüyor?

Kiminle yan yana düştüğünüz hepten önemsiz değildir ama daha önemli olan, ilkelerinizdir. Siz o ilkelere sadık kalarak ilerlediğiniz zaman kiminle yan yana düştüğünüz konjonktüreldir, dolayısıyla geçicidir. Bir bakarsınız yanınızda Tük Solu (yine de evlerden ırak!) var, bir bakarsınız Yıldıray Oğur. Aslında ilkelerinize sadık kalırsanız siz hiçbir yere ‘düşmezsiniz’, birileri size yaklaşır veya sizden uzaklaşır. Kaldı ki, gerekli zihni, ahlaki ve duygusal birikime sahip olanlar kendi ‘doğrularını’ savunurken konjonktürel olarak yakınlaştıkları ‘yanlış’ grup ve kişilerle de aynı anda mücadele edebilirler. Yani, bir yandan Gezi hareketinin potansiyelini savunurken, bir yandan da Oğur gibilerinin Gezi hareketini onun şahsında sembolleştirmeye çalıştığı (en rezil örnek en kolay hedeftir) ama aslında kendi yarattığı hayali, komik tiplemelerin gerçek ama acıklı parodisinden başka bir şey olmayan Levent Kırca gibilerine “Hadi oradan” demeyi bilirler.

Ne safım, ne de romantik. Gezi bize ‘yeryüzü cennetinin kapılarını açacak anahtar’ değil. Ayrıca, Gezi’nin çekirdek değil ama geniş kitlesinin içinde Kemalist ulusalcılar, sol görünümlü gerici gruplar veya Kemalizm’i köstekli saat gibi babasından otomatik bir varoluş hali olarak devralmış, dolayısıyla olaylara başka bir siyasi fikirle müdahil olma bilgi ve pratiğinden yoksun kalabalıklar vardır. Gezi’nin yükselttiği enerjiyi, ulusalcılığın ya da CHP’nin değirmenine (bence beyhude çaba) taşımaya çalışacak olanlar da olacaktır (gerçi Alparslan’ı rol model ilan eden, Kuvayı Milliye’den, düşmanı denize dökmekten bahseden bir başbakan varken ulusalcılara ne hacet). Öte yandan, Gezi’de cumhuriyet tarihi açısından farklı ve yeni olan ise (kronolojik olarak Osmanlı’ya denk düşen İkinci Meşrutiyet - Gezi kıyaslaması başka yazıya), kültürel ve sair farklılıkların yan yana durabilme, birbirini anlama ve birbirine saygı duyma irade ve çabasının sokağa ve dolayısıyla bilinçlere bu kadar net biçimde yansımasıdır.

Peki, böyle bir manzara karşısında kendine özgürlükçü, demokrat diyen biri ne yapar? Gezi’deki bu çoğulcu, demokratik damarın tekçi-milliyetçi anlayış karşısında güçlenmesi için çalışmaz mı? Gel gör ki, Gezi’nin özgürlükçü potansiyeli üzerinde tepinen ‘demokrat’ yazarlar var. Ne yaman çelişkidir ki, özgürlükçü demokratlık iddiasında olan kimileri istiyorlar ki Kemalist-ulusalcı damar Gezi ruhuna hâkim olsun ve de başka bir şey çıkmasın oradan. Bu olursa rahatlayacaklar. Onun için, çözüm sürecine karşı olduğunu iddia ettikleri Gezicilerin Lice’ye sahip çıkması, Gezi’nin Lice’yle kesiştiği durakta ulusalcıların trenden inmesi (tabii ki inecekler, inmeseler ulusalcı olmazlardı) işlerini zorlaştırıyor. Bir de ‘analizci demokratlar’ var.

Bakalım Gezi’de hangi dinamik galebe çalacak diye kolları kavuşturup izlemek veya hareketin alacağı olası şekiller üzerine, antilopların Afrika ovalarındaki göç yollarından bahseder gibi, ‘dışarıdan’ ahkâm kesmek midir demokratlık, özgürlükçülük? Yoksa, insanların siyasi algılarının açıldığı böyle bir anda sözle ve eylemle müdahil olmak, var olma hakkı eşitliğini nasıl bir gıdım daha ileri götürürüz diye kafa yormak mıdır? Verilmesi gereken bir kavgayı verirken yenilmek, hiçbir şey yapmadan sonunda ‘haklı çıkmak’tan evladır.