OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

II. Meşrutiyet ve Diyet

                                                                                          

Gezi’de yeni olan durumun, farklı kesimlerin birbiriyle temas etme imkân ve iradesinin ilk defa sokaklara ve dolayısıyla bilinçlere bu kadar net yansıması olduğunu söylemiştik (duymadan rahat etmeyecekler için şunu da söyleyelim: Sokağa çıkmış olan herkeste bu bilinç ve irade yoktu). Bu çabalar ne somut sonuç doğurur bilinmez ama, bu soruya cevap verirken II. Meşrutiyet’i (1908) hatırlatarak sonucun pek de iyi olmayacağı öngörüsünde bulunulabilir (mi?). II. Meşrutiyet’in ilanıyla, 33 yıllık bir baskı rejiminin ardından anayasal parlamenter sistemin tekrar yürürlüğe girmesiyle, farklı din ve etnisiteden kimselerin yan yana kutlama yaptıklarını görürsünüz.

Hatta, koca koca, sakallı imamların ve papazların sokaklarda sevinçten şapır şupur birbirinin yüzünü gözünü öptüğünden bahsedilir. Böyle başlayan bir sürecin etnik temizliklerle sonlandığını hatırlatanlar, Gezi’deki havadan da fazla bir şey beklemenin saflık olacağını düşünüyorlar. Dediğim gibi, falcı olmadığım için bu harektin sonu ne olur bilemem ama II. Meşrutiyet gibi olmaması için elimden geleni yaparım.

Bunun için yapılacaklardan biri de şu soruyu sormak: “II. Meşrutiyet’in ruhuna, yani uhuvvet (kardeşlik), müsavat (eşitlik), hürriyet ve adalet ilkelerine kim ihanet etti?” Bu ilkeleri çiğneyen, sokaktaki papazla imamdan ziyade, dönemin iktidar sahipleri yani İttihatçılar oldu (Tabii ki, buradan, zamanın sokağının çok demokratik olduğu sonucu çıkmaz). Evet, siyasi istikrarı tehdit eden bir sürü iç ve özellikle dış meseleyle uğraşmak zorundaydılar.

‘Dış’ mesele derken yanlış anlaşılmasın, öyle komplodan falan bahsetmiyorum. Bildiğin toprak ilhakı, yani 1908 sonbaharında Avusturya’nın Bosna’yı, Yunanistan’ın Girit’i ilhak etmesinden, yetmezmiş gibi Bulgaristan’ın bağımsızlık ilan etmesinden bahsediyorum. Gerçi bunlar daha ziyade fiili durumun resmiyete dökülmesiydi ama yine de moralleri bozdu.

Fakat asıl mesele, İttihatçıların, özgürlükleri genişletecek yerde, daha ‘devrim’in üzerinden bir sene geçmemişken özgürlükleri kısıtlama, muhalafeti sindirme yolunu seçmesiydi. Bu tür eylemlerini anlatmaya bu yazı yetmez ama birkaç temel işi saymak gerekirse; Temmuz 1909’da çıkardıkları Basın Kanunu’yla sansürü geri getirmediler ama hükümete, ‘devletin güvenliğini sarsıcı, isyana teşvik edici’ yayın yapan gazeteleri, mahkeme haklarında nihai kararı verene kadar kapatma; ayrıca, aynı Abdülhamit gibi, yurtdışında basılmış yayınların ülkeye girişini yasaklama yetkisi verdiler. Aynı yılın Temmuz-Ağustos aylarında Meclis’te görüşülen Dernekler Kanunu’yla, etnik kimliklere atıf yapan parti, dernek gibi teşekküllerin kurulmasını yasakladılar.

Eğitimde, kamuda ve ticaret hayatında Türkçe’den başka dilleri kısıtlama yoluna gittiler. Bütün bunları yaptıklarında, aralarında Ermeni milletvekillerinin de bulunduğu birçok kimse “etmeyin eylemeyin” mahiyetinde konuşmalar yaptı. İttihatçıların bu eleştirilere verdikleri yanıt bugün size tanıdık gelebilir: “Özgürlüğü biz getirdik. Yoksa siz eski rejime mi dönmek istiyorsunuz?”

Zaten Türk siyasi tarihinde daha fazla özgürlük isteyen insanları ‘bir dönemle korkutmak’ gelenektir. İttihatçıları eleştirenlere, “Abdülhamit rejimine mi dönmek istiyorsunuz?”, ANAP politikalarını eleştirenlere “Sen 12 Eylül öncesinin anarşi günlerine mi dönmek istiyorsun?” dediler. Yani hep aba altından sopa gösterdiler. Şimdi de AKP’yi eleştirenlere, “Halinize şükredin, nankörlük etmeyin, yoksa siz AKP öncesinin ulusalcı-Kemalist devletine geri mi dönmek istiyorsunuz?” diyorlar. Yok, vallahi o günlere dönmek istemiyoruz; istemiyoruz da, ne yapalım? “Demokrasi ve özgürlükler konusunda gelebileceğimiz son yer burası mıdır?” diye de mi sormayalım?

İktidara gelmelerinden kabaca son 2011 seçimlerine kadar geçen sürede, AKP hükümetlerinin, başta ordunun siyaset üzerindeki etkisini kırmak olmak üzere, olumlu icraatları olduğunu söylemekten ne geçmişte gocundum, ne de şimdi gocunurum. İki-üç senedir Başbakan’ın ve hükümetlerinin tutturduğu yanlış söylem ve yolların (bu, daha evvel hiç yanlışları olmadığı anlamına gelmez), Gezi olaylarıyla birlikte fecaat mertebesine ulaşmış olması da bunu değiştirmez. Yalnız bu iş, psikopatların şahı Ömer Seyfettin’in ‘Diyet’ hikâyesine dönmeye başladı.

Malum, Demirci Ali hırsızlıkla suçlanınca, Kadı ona kolunu kesme cezası verir, civarın zengini Hacı Mehmet ömür boyu hizmetçilik etmesi karşılığında Ali’nin kolunun diyetini ödeyerek kesilmekten kurtarır. Kurtarır kurtarmasına da, sonrasında ne zaman Ali bir şey diyecek olsa “Unutma, kolunu ben kurtardım” diyerek o kadar başına kakar ki, Ali bir gün kendi koluna satırı indirir, kesik kolu da Hacı Mehmet’in suratına fırlatır.

Önyargı denizinde boğulmamış bütün özgürlükçüler de AKP’nin olumlu işlerinin hakkını defalarca teslim ettiler ama daha ne kadar geçmiş icraatlar bir özür olarak kullanılacak? Daha fazla hak ve özgürlük talep edebilmek için biz hangi uzvumuzu kesip, kimin suratına atalım?