OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Ne kaybedildi?

Bu toprakların Ermenilerden (ve Rumlardan ve Yahudilerden) ‘temizlenmesi’ sonucunda, ülkenin, özellikle de Anadolu’nun sanayi ve tarım alanındaki üretici güçlerinin, iş ve ticaret yapma bilgisine sahip kesiminin ve yetişmiş entelektüel gücünün büyük bir kısmını kaybederek ciddi zarara uğradığı, ‘gerilediği’, konuyla ilgilenenler için bir sır değildir. Fakat bu kaybın boyutlarını konu edinen sistematik çalışmaların yeterli olduğu pek söylenemez. Kitleler ölçeğinde bakıldığında ise, bırakın bu kayıpların farkında olmak, “Bir zamanlar buralarda Ermeniler vardı” bilgisine kaç kişi hakkıyla vâkıf, o bile şüpheli. Milli eğitimimiz ‘sağolsun’.

Öte yandan, Ermenilerin başat bir unsur olarak sosyal ve siyasal alandan silinmesiyle birlikte ortaya çıkan başka bir kayıp var ki, akademik alanda da bunu ele alan eser sayısı sınırlıdır. Türkiye’yi selamete çıkaracak, farklı toplulukların birbirinin üzerine çullanmadan yaşamasına elverecek siyasi bir yaklaşım ve söylemin kaybından, en azından ciddi biçimde güç kaybetmesinden söz ediyorum. Şöyle ki, zamanında, özellikle 1908’den sonra Ermeni örgütlerinin ve entelektüellerinin savunduğu siyasi ve idari perspektife veya modele rağbet edilseydi, bugün hâlâ tartıştığımız birçok makro sorunu halletmiş olabilirdik. Bu tabii ki olgular ötesi (counter-factual) bir önerme olduğu için ispat edilemez ama o zaman Ermenilerin savunduğu fikirlere bakınca, insanın aklına ister istemez bu geliyor.

Adem-i merkeziyet, güncel tabirle yerinden yönetim örneği üzerinden, dediklerimizi açalım. 1908 sonrası (ve aslında daha evvel de olduğu gibi) Osmanlı Ermenileri kendi aralarında bölünmüştü ama ülkenin yönetiminde adem-i merkeziyetin esas alınması konusunda, partili olsun olmasın, Ermeniler arasında genel bir mutabakat vardı. Tabii ki bunu savunan tek kesim Ermeniler değildi; nitekim, Prens Sabahaddin ve çevresi de bu fikirleriyle literatürde öne çıkarılır. Aynı zamanda Arap eyaletlerinde de adem-i merkeziyeti savunan yayınlar yapılıyordu. Fakat, Ermeniler bu fikri savunan en geniş örgütlü toplumsal güç olmaya adaydılar. Ayrıca, Ermeni yazar-çizer takımı arasında da adem-i merkeziyetin felsefesine ve idari ayrıntılarına, belki Prens Sabahaddin’den de fazla, kafa yoranlar olduğu anlaşılıyor. Örneğin, Erzurum’da yayımlanan Ermenice Haraç gazetesinde 3 Kasım 1909’da çıkan bir makalede şöyle deniyordu: “Türkiye [bu niteleme makaledeki orjinal ifadedir; yani içinde yaşadıkları ülkenin bütününe Türkiye demekte bir beis görmüyorlarmış - O.K.] gibi farklı milletlerin, farklı dillerin ve dinlerin, hatta farklı iklimlerin olduğu bir ülkede merkezde yayımlanan bir kanun, bir eyalet için faydalı iken diğer bir eyalet için zararlı olabilir. Sadece bir örnek: Anayasaya göre resmi dil Türkçe. Bu kanun Türkler için iyi, çünkü resmi dil onların anadili ama diğerleri için öyle değil, çünkü resmi dilin getirdiği avantajlardan yararlanamıyorlar... [Öte yandan] (A)dem-i merkeziyetçi bir idare bu farklı [yerel] ihtiyaçları karşılayabilir... Ama bu da yetmez; her vatandaşın önemli meselelerin çözümüne doğrudan katılımını sağlamak temel bir konudur. Bütün vatandaşlara sormak, bu plebisit ilkesidir... Adem-i merkeziyetçi bir idarede her eyalet hayati konularda bu şekilde karar alabilir.” Yazar, daha sonra ABD ve İsviçre örneklerini veriyor ve bu ülkelerde eyalatten eyalete, kantondan kantona, bırakın birbirinden farklı olmayı, birbirine zıt kanunlar olduğunu ama bunun kargaşaya yol açmadığını, bilakis, çeşitliliğin herkese maksimum fayda getirdiğini belirtiyor.

Adapazarı’nda yayımlanan Ermenice Putanya gazetesinin 17 Aralık 1911 tarihli nüshasının başyazısında da eyaletler bazında oluşturulan Meclis-i Umumilerin yetkilerinin, karar alma ve uygulama kapasitelerinin artırılması, merkezileşmenin zararlarını izale edecek bir çare olarak zikredilmiştir. Var olan durumda bu meclislerin kararları kâğıt üstünde kalıyor, uygulanamıyordu. Aynı başyazıda, “Eğer bu meclislerin amaca hizmet etmesini istiyorsak, önce üyelerinin seçimlerini demokratik ilkeler üzerine oturtmalıyız. İkincisi, bu meclislerin kararları yerel mülki amirler üzerinde, Osmanlı parlamentosunun merkezi hükümet üzerindeki etkisine benzer şekilde etkili olmalıdır... Eyalet meclisleri ile Osmanlı parlamentosu arasında düzenli/resmi bir bağ kurulmalıdır ki her eyaletin yerel sorunları parlamentoda sistematik biçimde tartışılabilsin.” Bütün bunlara, Ermenilerin, yerelde çalışacak bürokratların yerelde seçilmesi gibi daha birçok önerisi eklenebilir.

Bütün bu öneri ve beklentilerin günümüz Kürt siyasi hareketinin beklentileriyle benzerliği dikkat çekiyor. “Dünyanın Türklere düşman” olduğuna inananlar için, bu benzerlik, ‘Türkiye üzerine oynanan oyunlar’ın açık bir kanıtıdır; öyle ya, dün Ermeniler ne istiyorduysa, bugün Kürtler onu istiyor; demek ki birileri ‘Ermeni kartı’nı sürdü, o olmayınca ‘Kürt kozu’nu oynadı. Yoksa acaba bunlar, insanların kendi benliği, kimliği ve kaderi üzerinde söz hakkına sahip biçimde, özgürce yaşam isteğinin doğurduğu talepler midir ki, bunları arzulayan bir halk yok edildikten sonra bile sıradaki de aynı isteklerde bulunuyor?

Olgular ötesi başka bir soruyla bitirelim: Acaba Kürt ileri gelenleri ve halkı, en azından büyük bir kısmı, o zaman, din üzerinden merkez ve onun siyasi elitleriyle işbirliğine gidip Ermenileri bertaraf etmek yerine, ortak yerel talep ve çıkarlar üzerinden Ermeni siyasi elitiyle işbirliğini tercih etseydi ne olurdu? Bu mümkün değil miydi? Belki de değildi; dedim ya, olgular ötesi sorulara kesin cevaplar verilemez.