KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

‘Orada kimse var mı?’

Çağrışım, zaman ve mekânda bir anda kayıp gitmenize yol açan tehlikeli bir ulaşım aracı. Nereye varacağınız da belli olmaz ama, bir kere onun sayesinde yola çıkmışsanız, illa ki bir anlamı vardır o yolculuğun. Siz o anda ne olduğunu bilmeseniz bile.

Hrant Dink Vakfı'nın düzenlediği ‘Müslümanlaş(tırıl)mış Ermeniler’ konferansı bir çağrışımlar sağanağıydı en çok. Dilini, dinini, ismini unutan, ailesinden memleketinden koparılan acı dolu bir kuşağın torunları, torunların çocukları yan yana geldiklerinde bunca yılın suskunluğuna inat, önce kekeleyerek sonra giderek daha yüksek perdeden dile gelmeye başladı. Anlatılan küçük insan hikâyelerinin içine ışınlandık her seferinde. 

Konferansın en yoğun tartışma konularının başında hafıza ve kimlik geliyordu elbet. Öyle ya, zorla susturulmuşsan, bizzat kendi varlığını inkâra zorlanmışsan, anıların da tahakküm altındadır. Ve kimliğin hep bir ‘acaba’dır.

Konferans sırasında bir an 1999 Marmara depremi sırasında yıkıntıların arasından yükselen “Orda kimse var mı?” çığlıklarını duyar gibi oldum.  Muhatabını arıyordu ses, duyulmak istiyordu ki kendine inanabilsin.  “Ben varım” diyebilsin.

Konferansın son günü Rober Koptaş'ın başkanlık yaptığı yuvarlak masa toplantısı, sadece Patriklik başta olmak üzere Ermeni toplumunu sınayan şu Hıristiyan olmayan Ermeniler gerçeği açısından değil, Ermeni kimliğini taşıyarak Müslüman olanlarla dindar kesimin sınavı açısından da çok çarpıcı verilerle doluydu.  İlahiyatçı Hidayet Şefkatli Tuksal, bir iç çekiş olarak sesine yansıyan samimi acısıyla kırımın sonraki tezahürlerinin de nelere mal olduğunu hissedebildiğini gösterdi. 'Buradaki Ermenilere suskunluk cezası verilmiş. Bu ne kadar acımasızca bir şey. Bu cezayı hep birlikte kaldıralım. Acılara saygı duymak ve onların konuşulmasına olanak sağlamak lazım” dedi.

Kaybedilen tam da buydu; ses… 24 Nisan gecesiyle Ermeni toplumun 250’ye yakın aydını devasa bir operasyonla tutuklanıp Çankırı ve Ayaş’a doğru dönüşsüz yollara sürüldüğünde esas olarak bir halkın sesi çalınmış oldu. Gerisi çorap söküğü gibi gelecek Anadolu’nun dört bir yanında çoluk çocuk, kadın ve yaşlılar açlık, saldırı ve hastalıktan kırılacakları o sürgün yollarının bir noktasında mezarı bile olmayan kemiklere dönüşecekti.

Soykırım sadece kadim bir Anadolu halkını kökünden sökmekle kalmadı, sonraki kuşakların kuracağı hayatı da ellerinden aldı. Cumhuriyetin gayrimüslim azınlıklara yönelik ayrımcı politikalarının da etkisiyle Ermeni toplumu sesi soluğu kesilmiş, çıt çıkarmayan bir hale büründü.

Bu suskunluğu bozmaya talip insan ise doksanların ortasından itibaren ses verdi. Hrant Dink’in sesi bu tarihi kin gütmeden ama daha fazla inkâr edilmesine de mahal vermeden sırtladı. Ne kadar acı bir ironidir ki, Atatürk’ün manevi kızı ve ilk kadın savaş pilotu Sabiha Gökçen’in Ermeni olabileceğine yönelik iddialara yer veren haber sonrası onun da sesini kısmaya yönelik sistemli harekât başlatılmış oldu.

Oysa Sabiha Gökçen’in sağ kalmış ve evlat edinilmiş bir Ermeni yetim kız çocuğu olma ihtimali üzerinden Hrant Dink, 1915’i hapsolduğu suskunluktan azat edebilmenin hayalini kuruyordu. Rakamların sakil yarışına, maç tezahüratı kılıklı ezber ve kalıp propagandalara teslim olmayacak,   birbirimizi dinleyerek şifalanacaktık.

O gün bu toprakların kayıp torunları, torunların çocukları kendi aralarında buluştuklarında, yıllar öncesinin bir hayali gerçek oldu.

Gerçekleşen bu ilk adımın hayalini kuran insana, o en son, en önemli sese ise bilindiği üzere kastedildi. Gel gör ki o ses gök kubbede yankılanmaya devam ediyor. Ve aslında hep o aynı soruyu soruyor hepimize. “Orada kimse var mı?” , “Sesimi duyan var mı?..”

Evet, dedik o gün. Burdayız, duyuyoruz. Dahası birbirimizi dinliyoruz. Kaybedilen hiç kimse, hiçbir şey geri gelmese de bugünde geçmişin inleyen ruhlarını sevgiyle sarmalamanın, farklı kimlik bileşenleri ile alışılageldik kimlik kalıplarını zorlayan günümüz insanlarını kucaklamanın imkânı belirdi. Ve Alah biliyor ya, o imkânı denemek çok şeye değer.