OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Kıyaslamalı çözüm süreçleri

Geçen hafta, 1908-1913 arası dönemi ‘eski bir çözüm süreci’ olarak adlandırdığım ve zamanın kimi Ermeni kurum ve kişilerinin ifadelerinden örnekler verdiğim yazı ilgi gördü. Bunu, dönemin önemine ve bugünle kıyaslanmasına dair bir bilincin oluşmaya başladığının işareti olarak yorumlamak mümkün sanırım. Dolayısıyla, yine birincil kaynaklara giderek, dönemden biraz daha bahsetmek iyi olacak. Böylece hem tarihten, hem de bir ölçüde bugünden bahsetmiş oluyoruz. Dün-bugün karşılaştırmasının sınırlarına yazının sonunda değineceğim.

Bugün hemen herkes, içinden geçtiğimiz çözüm sürecine zarar vermemek için, her sözünü sakınarak söylemeye çalışıyor. Bu tavır, beş-altı ay evveline göre azaldı belki ama hâlâ geçerli. Herkes, anlaşılır bir şekilde, çatışmayı körükleyen taraf olarak görünmekten kaçınıyor ve bu bağlamda karşısındakinin samimiyetini sorguluyor, suçluyor ama kıvılcımların tekrar yangına dönüşmemesi için de sükûneti yitirmemeye gayret ediyor. II. Meşrutiyet döneminde de Ermeni örgüt ve kanaat önderlerinin çok benzer bir tutum içine girdiğini görmek mümkün; o kadar ki, bugünün şiddet olaylarıyla kıyas kabul etmeyecek kapsam ve ağırlıkta olan, Nisan 1909’da iki haftadan kısa bir sürede 20 bin civarında Ermeni’nin hayatına mal olan Adana katliamlarından sonra bile, Ermenilerin en önemli siyasi örgütü ve o anda İttihat ve Terakki’nin en büyük ortağı olan Ermeni Devrimci Federasyonu’nun (bildiğiniz Taşnaktsutyun) resmi yayın organı Troşag’da, olaylardan altı-yedi hafta sonra şöyle bir ifade yer alabiliyordu:

“İçinden geçtiğimiz şu ağır günlerde [Ermeni] lider çevrelerinin ve gençliğin[in] sorumluluğu büyük. Sonsuz bir akl-ı selim ve azami bir ihtiyat gerekiyor. (...) En küçük bir hamlenizi yanlış anlamaya ve onu samimiyetsizliğinizin bir işareti gibi yorumlamaya hazır, izansız kalabalıklara karşı dikkatli olun. En basit kültürel ve insani mesajı bile azami bir dikkatle vermek zorundayız. ‘İntikam’ kelimesi, özellikle faal gençlerimizin ağzından asla çıkmamalı.”

Katliamların yaşandığı yer olan Adana’dan, Avukat Garabet Çalyan da, son vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi’nde aktarıldığına göre, olaylardan sonra şunları söylüyordu: “Milli çıkar ve mutluluğumuzun Türk vatandaşlarımızla birlik olarak yaşamaya bağlı ve hayatımızı ve haklarımızı korumanın onların iyi niyetiyle mümkün olduğunu bildiğimiz için bize uzatacakları yardım elinin tek dayanağımız olduğunu söylemekten çekinmiyoruz.”

Şimdiki çözüm sürecinde, “Aceleci olmayalım, hiçbir şey bugünden yarına olmaz” veya “Savaşa şu kadar yıl dayananlar barışa süre vermiyorlar” diyenler gibi, o zamanlar da sabır telkin edenler olmuş. Büyük ölçüde Ermeni hoca ve öğrencilerden oluşan Harput’taki Yeprad (Fırat) Koleji’nin aynı adlı dergisinin 1 Ocak 1910 tarihli nüshasının başyazısı buna bir örnek:

“Her şeyden evvel ve her şeyden çok istediğimiz, uyum ve kardeşliğin istikrarlı ve sağlam temellere oturtulması. Bunlar imkânsız değil ama zamana ihtiyaç var. Meclis programını oluşturuna, hükümet beklenilen reformları hayata geçirmek için çalışana dek bekleyelim. Sabırsız olmayalım. Senelerin zararı bir günde tamir edilemez.” Onlar hâlâ hükümetin reformları yapmasını bekliyorlar; bizden tek farkları, ölmüş olmaları! Adamların reformları görmeye ömürleri vefa etmedi, bizimki eder mi acaba?

Bu ifadeler yorumlanabilir, satır araları, yansıttıkları psikoloji uzun uzun tartışılabilir (bunları siyasi güçsüzlüğü ortaya koyan ifadeler olarak gördüğümü belirtmekle yetineyim), fakat ben “Neden bu döneme bakıyoruz?” sorusu üzerinde durmak istiyorum (dönemi kendi içinde anlamak, ardından gelen Ermeni Soykırımı’nı anlamak için de hayati tabii ki, ama şu anda konumuz başka); böylece dün-bugün kıyaslaması konusuna da dönmüş oluyoruz. Bütün bunları yazmaktaki amacım, “O çözüm sürecinden bir şey çıkmadı, bundan da bir şey çıkmaz” demek değil kesinlikle. Tarih bu kadar düz mantıkla, kendini bire bir tekrarlayan bir süreç değil sonuçta. Kaldı ki, olayların ve aktörlerin benzerliklerinin yanı sıra temel farklılıklar da söz konusu. Örneğin o zamanın Osmanlı Ermeni toplumu ile günümüz Türkiye Kürt toplumu arasında sosyolojik ve siyasi düzlemde ciddi farklılıklar var, ki bu ayrıca ele alınması gereken, başlı başına bir konu.

Evet, dün kendini bugün bire bir tekrar etmez ama “Tarih sosyolojinin laboratuvarıdır” derler; siz buna siyaseti de ekleyin (T. Z. Tunaya da “Meşrutiyet, cumhuriyetin siyaset laboratuvarıdır” der ama o laboratuvardan ‘eksilen’ önemli bir unsur olan Ermeniler ve gayrimüslimlere tali unsur muamelesi yapar; zaten II. Meşrutiyet’in Ermeni örgüt ve figürleri hakkındaki bilgisi de sınırlıdır). Yani, belli süreçlere ve olgulara dair bilgi birikimimizi, dolayısıyla analiz kabiliyetimizi artırmak istiyorsak, tarihte yaşanan benzer durumlara kıyaslamalı bakmak yapılabilecek en iyi iştir. Genelde Ermeni sorununa, özelde II. Meşrutiyet dönemine bakmanın başka bir faydası da, devletin ve bürokrasinin idare zihniyetini, yönettiği kitleye bakışını, davranış kodlarını görmektir. Ben bu kodların fazla değiştiği kanaatinde değilim; AKP bunlarda pragmatik oynamalar yapıyor (pragmatizm o kodlardan biridir zaten) ama devletin yapılanma biçimini değiştirecek somut konulara girmekten kaçıyor. Dolayısıyla, biriyle maça çıkacaksanız onun önceki maç kasetlerini izleyip ‘numaraları’nı görmekte fayda var. Buradaki maksat, başarısız olmuş bir çözüm sürecine mümkün olduğu kadar geniş vâkıf olarak, bu tecrübeyi, devam eden sürecin başarılı olması için kullanabilmek. Başarının ölçütleri ise çoktan beri biliniyor: Özgürlük, eşitlik ve tabii ki adalet. Kardeşliği ise, söyleye söyleye anlamsızlaştırdık çok şükür.