OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Referandum ad infinitum

AKP’nin ve tabii ki Tayyip Erdoğan’ın on iki senelik iktidarı boyunca aldığı en net yenilgi Gezi olayları karşısında aldığı yenilgi oldu. Kendisi de bu durumun son derece farkında ve bunu hazmedemediğini sürekli gösteriyor. Ahmet Kaya olayında olduğu gibi, ilgili ilgisiz her fırsatta Gezi’yi gündeme getirip onu yenmek istiyor ama o meselede baştan yanlış yol tuttuğu için tekrar tekrar yenilmekten kurtulamıyor. İşte, Ahmet Kaya’ya uygulanan linç kampanyası üzerinden Gezi’yi yeneyim derken, o linç kampanyasına payanda olanlar arasında, daha sonra hükümete doğrudan veya dolaylı destek veren isimler olduğu görülünce Gezi’ye bir kere daha yenildi. Yanlış anlaşılmasın, ben Gezi’yle Ahmet Kaya olayı arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşünmüyorum; kişilerin o gün takındıkları şu veya bu tavır üzerinden bugün Gezi’nin yanlışlığı veya doğruluğunun tartışılmasını anlamsız, gereksiz, zorlama ve suni buluyorum. Ama işte bu suni ilgiyi kuran ve onun altında kalan gene Başbakan’ın kendisi oldu. Kendisine iki şey tavsiye edilebilir; ya ilkeli bir kişi ve politikacı olarak Gezi konusunda yanlış tutum takındığını kabul ederek özür değilse bile bir ‘yumuşama’ belirtisi göstermesi, ki benim tercihim budur, en azından “onun” bakanlarının Gezi hakkında yurtdışında yaptıkları yorumlara yaklaşması, yok ‘dik duran adam’ imajından taviz veremiyorsa, o zaman da hiç olmazsa ‘kurnaz politikacı’ olup yerli yersiz Gezi’yi gündeme getirmemesi.

Başbakan’ın Gezi’yle bu ilişki biçimine benzer takıntılı bir ilişki, gazetecisinden komedyenine, piyanistinden köşe yazarına kadar birtakım zevatla, 2010 referandumundaki “yetmez ama evet” tercihi/hareketi arasında var. Nasıl Başbakan Gezi karşısındaki mağlubiyetini hazmedemeyip, her fırsatta Gezi’ye vurmaya çalışıyorsa bu kişiler de, yetmez ama evetçi diye kabul ettikleri herkese vurarak o gün kaybettikleri referandumu bugün kazanmak gibi akıldan ziyade duygularla açıklanabilecek bir tutum içindeler. İşin ilginç yanı, hedeflerinde referandumda sorgusuz sualsiz evet diyenlerden ziyade, bunu bir nevi ‘ihanet’ olarak gördüklerinden olsa gerek yetmez ama evet diyenler var. 20 Temmuz 2012’de Muhalefet Şerhi’nde şöyle yazmıştım: “Bazılarının anlamak istemediği şu: kimse AKP’yi, ‘demokrasi havarisi’ veya AKP yöneticileri ‘demokrasi aşığı mübarek insanlar’ olduğu için desteklemedi; söyledikleri ve yaptıkları siyaset ve söz söyleme alanını genişlettiği için destekledi. Tabii, genişleyen bu alanda ülkenin sosyolojik bir gerçeği olan muhafazakarlığın ve dindarlığın sesi ve görünürlülüğünün artması da beklenen hatta kaçınılmaz bir durumdu(r). Özgürlüklerin genişlemesiyle görünür olan bu akımların kendilerinin özgürlükçü ve demokrasiyi sindirmiş olmamaları, demokrasinin bilinen bir ikilemidir. Ama bu ikilem demokrasiden vazgeçilmesini hiçbir zaman gerektirmez. Eskiden bu tip akımların kontrolünü (aslında kendisi de muhafazakar olan) orduya havale etmiştik, İslamcıları gerektiği zaman gerektiği kadar onlar korkutuyordu, biz de rahatça arkamıza yaslanıyorduk. Bugün yapılması gereken ise, demokrasinin kurum ve kuralları içinde herkesin inandığı fikrin mücadelesini vermesidir. Onun için, hepimizin enerjisini boşa harcatan ‘yetmez ama evet’(veya ‘liboş’) takıntısını bir kenara bırakın, hükümeti hakettiği biçimde etkili eleştirebilmek için temelinde ilkokul Kemalizm’inin değil bütünlüklü bir özgürlük anlayışının yattığı bir muhalafet geliştirin. Yetmez ama evetçiler sizi aralarında görmekten memnun olacaklardır.” Aradan on altı ay geçti ama bu tutumda fazla bir değişme yok.

2010 referandum paketinin içeriği, yani referanduma sunulan maddeler üzerinden getirilen eleştiriler, katılırız katılmayız, dinlenilmeyi, tartışılmayı tabii ki hak eder, referandum günü de öyleydi, bugün de böyle. Fakat, özü itibariyle, “Bu adamları siz şımarttınız”, “Gördünüz mü yetmez ama evet dediniz bakın ne oldu”, “Yetmez ama evet diyenler AKP uşağıdır/suç ortağıdır” vs. manasına gelen sığ ama bir o kadar da saldırgan laflara (pespaye?), kimse kusura bakmasın, ne metelik veririm ne de pabuç bırakırım. Tabii ki referandumun maddeleri aşan siyasi sonuçları tartışılabilir ama bunu aşırıya kaçırırsanız bütün referandumlar içeriğinden bağımsız hale getirilir ki bu da çok anlamlı ve doğru olmasa gerek. Neticede ortada bazı somut maddeler vardı ve onlara “Evet” dendi. Bir referandumda vereceğiniz oy, içerikten bağımsız şekilde sadece siyaseten kime yarayacağı değerlendirmesi üzerinden verilemez. Hayali bir örnek verecek olursak, öyle bir niyetleri yok ama diyelim ki AKP hükümeti yerel yönetimlerin yetkilerini adem-i merkeziyet ilkesine istinaden arttıran bir yasayı referanduma sunsa, hemfikir olsak bile bu AKP hükümetlerinin ömrünü uzatır diye (ki muhtemelen uzatır) “Hayır” mı diyeceğiz? Geçiniz.

Öte yandan, biri çıkıp referandumların demokratik görünmekle birlikte aslında anti-demokratik uygulamalar olduğunu, dolayısıyla kararları referandum yoluyla almamak gerektiğini de savunabilir; ama o zaman bunun da o veya bu partiyle, o veya bu partiye destek/köstek olmakla, geçici bağlamlarla alakası olmaz, bir ilkesel tartışma olarak yapılır.

Herhangi bir parti veya grupla referandum zamanı da bir bağım yoktu, şimdi de yok. Dolayısıyla, o zaman ve şimdi sadece kendi söylediklerimden sorumluyum; ve dönüp baktığımda hatalı olduğumu düşünmek veya pişman olmak bir yana, geçen zamanın yetmez ama evetin “yetmez” kısmının ne demeye çalıştığını, hangi tereddütlere dikkat çektiğini gösterdiği kanaatindeyim. Başbakan olmak gibi bir kariyer planım olmadığı için “tükürdüğünü yalamama” takıntım yok, yani hatalı olduğum yerde “Yanılmışım” demekten kaçmam. Fakat, bu durumda öyle bir gereklilik görmüyorum. Birileri yetmez ama evet diyenleri dizlerinin üzerinde nedamet getirirken görmek istiyorlarsa, kendi adıma onların bu beklentilerini karşılayamayacağım, üzgünüm.