OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Keşke seks olsaydı

Bu haftanın yazısını yazmaya başlamışken, aralarında bakan çocuklarının da olduğu elliden fazla kişinin gözaltına alındığı imar işlerinde yolsuzluk soruşturması, kelimenin tam anlamıyla patladı. Ben de benzer bir mesele üzerine yazıyordum tesadüfen. O kadar benzer ki neredeyse “Bak Allah’ın işine”, diyeceğim. Bu haber gelene kadar yazdığım yerleri tırnak içine alıyorum, sonrasını çanak çömlek patladıktan sonra ekledim.

 “CHP’nin sabık lideri Deniz Baykal’ın ‘kaset marifetiyle’ saf dışı bırakılması ve benzer bir durumda birtakım MHP’li isimlerin de görevlerinden istifa ettirilmeleri henüz unutulmamışken son zamanlarda kaset iddiaları veya açık-kapalı tehditleri tekrar gündeme geldi. “Onun şu kasedi varmış, bunun bu kasedi varmış” şaiyalarının bini bir para. Galiba ben bu konuda genelden biraz farklı düşünüyorum; şöyle ki bence kasetlerin ortaya çıkmasında hiçbir mahsur yok. Bunu böyle söyleyince şantajı desteklemiş gibi görünüyor olabilirim ama öyle değil. Açıklamaya çalışayım ama önce küçük teknik bir detay: şantaj bir kasedin açıklanması değil, açıklanma tehdidiyle “kurbandan” birtakım taleplerde bulunulmasıdır. Yani, kaset faş edildiğinde tanım gereği şantaj biter ama kasedin açıklanmasında mahsur olmaması noktasında bu o kadar da mühim değil, asıl mesele kasette ne olduğu.

Birinci ihtimal, kasedin cinsel içerikli olması, herhalde bu tip içerikler hakkında burada ayrıntı vermeye gerek yok. Bu gibi vakalarda sorun kasedin aleni hale gelmesinden ziyade bizim ona verdiğimiz tepkidir (tabii bu söylediğim bu tür kasetlerin yayınlanması iyi ve arzulanır bir şeydir anlamına gelmez). Cebir, hile, kaba kuvvet, sübyancılık gibi unsurlar olmadığı sürece bu kasetlere vereceğimiz tepki hiç umursamamak olmalıdır, yani aslında tepkimiz tepkisizlik olmalı. Siyasetçi veya bürokrat da olsa bir kişinin cinsel hayatının içeriği, meşruluğu/gayrimeşruluğu partnerinden başkasını ilgilendirmez. Dolayısıyla, bu tür kasetler siyaseten ekarte edilmenin aracı olarak kullanılmamalı ama bunu verdiğimiz tepkilerle bunu mümkün kılan bizleriz. Siyasi görüşleri ne olursa olsun (MHP’li bile olsa örneğin) böyle bir durumla kalan kişiye destek olunmalı ve bu durum otomatik bir istifa sebebi olmaktan çıkarılmalıdır. Muhafazakar referanslarla siyaset yapanların böyle bir durumda içine düşecekleri tutarsızlık kendileriyle seçmenleri arasındaki bir meseledir, seçmenleri arzu etmiyorlarsa oy vermeyerek bu siyasetçiyi geri plana itebilirler. Herkes neden muhafazakar değerleri sorgusuz benimseyip ona göre otomatik hükümlerde bulunmak zorunda olsun ki?

İkinci ihtimal, kasedin ekonomi veya siyasetle ilgili bir sahtekarlığı, yolsuzluğu, kanunsuzluğu ifşa etmesi. E böyle bir durumda da o kaset çıksın, o siyasetçi, o bürokrat da afişe olsun zaten, olması gereken budur.”

İşte buraya kadar yazdım, sonra malum haberler geldi. Ben bu yazıyı Çarşamba sabaha karşı yazıyorum. Gazete basılana kadar ne gelişmeler olur bilinmez ama şu ana kadar ortaya çıkanlarda benim yukarıda söylediklerimi değiştirmeme sebep bir durum yok. Bilakis, ortaya dökülenlere bakılırsa, ikinci ihtimal olarak zikrettiklerimi yaşıyoruz. Hiç şüphesiz iddialar çok çok ciddi. Kimileri bunun bir yolsuzluk soruşturması olmadığı, hükümeti yıpratmayı hatta devirmeyi amaçlayan bir operasyon olduğu savını ileri sürenler var. Tamam, ortada ciddi bir gruplar arası iktidar kavgası olduğu aşikar. Anlaşılan o ki taraflar her türlü silahla birbirinin üstüne de gidecek; dolayısıyla yolsuzluk gerçekten de bahane olabilir ama asıl mesele iddialar doğru mu değil mi, siz ondan haber verin. Doğruysa operasyonmuş, değilmiş o sonraki mesele. Ne yapalım, hükümet yıpranmasın diye ciddi yolsuzluk ihtimalini yekten red mi edelim? Kaldı ki, iddialar gerçek ise hükümeti yıpratanlar, bizzat hükümetin bazı üyeleri ve onlarla bağlantılı kişiler demektir. Yok eğer savcı ve polis bu kadar ciddi iddiaları gerekli hukuki altyapıyı oluşturmadan ve yeterli delili toplamadan ortaya atıyorlarsa sonuçlarına da katlanacaklardır, katlanmalılar ki hiçbir savcının bu kadar büyük bir işe iyice emin olmadan kalkışacağını da sanmıyorum; aksi intihar gibi bir şey olur.  

Bir de operasyondan Başbakan’ın ve İçişleri Bakanı’nın haberdar olmamasının yorumlanması meselesi var. Görünüşe göre iddialar ve dosyalar çeşitli ve gözaltına alınanların hangilerinin hangi iddialarla ilişkilendirildiklerini henüz tam olarak bilmiyoruz. Dolayısıyla, yürütme nelerden haberdar edilmeliydi sorusuna net bir cevap şu aşamada veremeyiz. Bu durumun güçler ayrılığı çerçevesinde tartışılabileceğini de geçerken belirtmiş olalım. Öte yandan, birinci dereceden bir yakını takip altında olan bir bakanın (babanın mı deseydik?) soruşturma hakkında bilgilendirilmesini de aklım almıyor. Bunun, takip ettiğin kişiye “Biz seni takip ediyoruz, ona göre davran”, demekten ne farkı olur? Hele Mehmet Barlas’ın televizyonda kulaklarımla duyduğum bir yorumu var ki evlere şenlik! Polis bakanı, “Oğlun yanlış işler yapıyor”, diye uyarmalıymış, bakan da oğlunu uyarmalıymış! Sonra da tahkikata elveda herhalde! Sen sağ ben selamet! Barlas aslında şimdiye kadar bu işlerin Türkiye’de hep böyle olageldiğini söylemiş oluyor; oluyor oluyor da eğer ‘yeni Türkiye’de de bu işler böyle olacaksa nerede kaldı bunun yeniliği?

Anlaşılan bu meseleyi daha çok konuşacağız ama son olarak Başbakan’ın bu iddialar/soruşturma meselesinde de sandığı işaret etmesinin bir çarpıklık olduğunu belirtmek gerekir. Tamam, yargının bağımsızlığını tartışalım, belli bir grubun ya da grupların yargıyı ele geçirmiş olduğunu konuşalım, böyle bir duruma karşı hep beraber mücadele edelim. Fakat, ortada böyle ciddi iddialar varken soruşturmayı, mahkemeyi boş verelim, yolsuzluk yapılıp yapılmadığına da sandık mı karar versin? Sandığa taşıyabileceğinden fazla siyasi ve ideolojik yük bindirmek sandığı da demokrasiyi de yıpratır; sonra başkasına kızmayın.