OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Devlet hiç oldu mu ki?

Şu günlerde içinde bulunduğumuz durumu devlet mekanizmasının dağılması olarak niteleyenler var. Nitekim, devletin işleyişinde kanunların, kuralların, temayüllerin hiçbir önemi kalmamış vaziyette. Mahkemelerin, hukuk adamlarının ne bir saygınlığı var, ne de bir hükmü; spor kulübü başkanları bile Başbakan’ın sözlerini gerekçe göstererek yüksek yargıya (ki kurumsal düzeyde gerçekten saygın bir durumları hiç ama hiç olmadı) meydan okuyor. Bu devlet krizini son üç-beş senenin olayları çerçevesinde değerlendirmek mümkün tabii ama ben bu değerlendirmenin geriye doğru çok geniş bir zaman dilimi içinde yapılmasının, olan biteni anlamak ve istikametimizi belirlemek açısından daha faydalı olacağını düşünüyorum. Daha net biçimde söylersek, yapılması gereken, geride bıraktığımız kabaca iki yüzyıl boyunca bu topraklarda devlet denen mevhumun ve varlığın geçir(eme)diği değişimlerin üzerinde durmaktır. Bu bağlamda sorulması gereken sorulardan biri de şudur: Bu topraklarda en son ne zaman bir devlet var oldu? Devleti sadece kaba kuvvet veya bir şiddet aygıtı olarak anlayanlar için bu soru şaşırtıcı olabilir, onlara göre devlet hiçbir zaman eksik olmamıştır. Fakat, devleti devlet yapan hukuk idaresi (rule of law), keyfi değil öngörülebilir olma, yönetilenlerin gözünde meşruiyet gibi kavramlar analize katılınca bu soruyu sormak anlamlı hale gelir; zira bu kavramların varlığı bu topraklarda uzun zamandır tartışmalıdır.

Batı Avrupa’da yeni devlet, toplum, birey anlayışları zuhur edip birtakım kanallarla bu topraklara gelene kadar, Osmanlı Devleti kendi hukukunu uygulayabilme, o kurallar çerçevesinde öngörülebilir olma, zamanın anlayışına göre adalet dağıtma işlevlerini iyi kötü yerine getirebildiği için yönetimi altındakiler açısından genel anlamda meşru bir devletti, amiyane tabirle iş görüyordu. Gel gelelim, yeni insan, toplum ve devlet anlayışları buralarda da yankı bulunca ve bunların doğrultusunda toplumun bir kesiminde (önce gayrimüslimler, sonra diğerleri) yeni talepler ortaya çıkınca sorunlar da baş gösterdi. Gerek alttan gelen bu baskı, gerek Avrupalı devletlerden gelen dış baskı, devlette ve onun yönetim anlayışında değişimi kaçınılmaz kılıyordu. Tanzimat reformları bu yönde atılmış adımlar olarak değerlendirilebilirse de aslında devlet adamlarının ve entelektüellerin büyük bir kısmı bu dönüşüme direndi, hatta o dünüşümün esasını ve gereklerini kavrayamadı, zahiri birtakım düzeltmelerle durumu idare etmeye çalıştı. Bu sebepledir ki 19. Yüzyıl, Osmanlı’nın ne yardan ne serden geçebildiği, devlet ve toplum idaresi açısından hibrid bir zaman dilimi oldu. Yani, eski hukukun, idari zihniyet ve pratiklerinin tamamen ortadan kalkmadığı ama bunun yanına bazı ‘modern’ kanunların eklendiği bir dönemdi. Bu kanunlar da zaten çoğu zaman isteksizlik veya yetersizlikten dolayı hayata gerektiği biçimde geçirilemiyordu. Sonuç, ne eski hukukun, ne de yeni hukukun hakkıyla uygulandığı bir devlet ve toplum yapısıydı, yani elde olan, aslında hukukun yokluğu üzerine kurulan devlet gibi bir oksimoron veya ucubeydi. Başka bir deyişle, her bireyin ve kolektivitenin haddini bildiği ve sultanın şahsında vücut bulmuş devletin kendisi için takdir ettiğiyle yetindiği Nizam-ı Âlemci ve son derece hiyerarşik eski adalet anlayışı günün gereklerine cevap veremediği için uygulanamaz haldeydi ama gerek grupların, gerek bireylerin özgürlüğü ve eşitliği ilkeleri üzerine bina edilen yeni adalet anlayışı da, devlet ve toplum nezdindeki güçlü direnişten dolayı tesis edilemiyordu.

Nihayetinde, devlet dönüşmektense dönüşüm isteyenlerin tasfiyesi yoluna gitti. Buna da en dış çeperlerden, yani devlete, başka bir deyişle siyasi karar ve icraat mekanizmalarına en uzak, dolayısıyla onun için en ‘tehlikeli’ kesimlerden yani gayrimüslimlerden başladı (Coğrafi konumu müsait olan ve devletler arası siyasetten yararlanmayı becerebilen Hıristiyan topluluklar zaten kendi devletlerini kurdular). Ondan sonra da eşitlik, özgürlük ve adalet talep eden her grup benzer korkutma, sindirme veya asimilasyon politikalarıyla karşılandı. Mahkemeler ve yargıçlar da bu politikaların araçları olmaktan öte bir işlev görmedi. Biz yasama, yürütme ve yargısıyla, meşruiyetini çağın demokratik değerleriyle uyumundan alan devleti zaten hiç kuramadık.

Son iki yüzyılın iktidar sahiplerine baktığımızda, yukarıdaki tabloyla uyumlu olduğunu görüyoruz. Hadi II. Mahmut ve öncesini koyalım bir kenara, takip eden iktidarlar Tanzimat’ın günü kurtarmaya, Avrupalı devletlere reform yapıyormuş gibi gözükmeye çalışan bürokratik oligarşisi, ardından otuz küsur senelik Abdülhamid despotizmi, 1908-1912 arası görece özgür ve demokratik dönemin ardından, önce İttihat ve Terakki, sonra da Kemalist Cumhuriyet Halk Partisi tek parti yönetimleri. Çok partili hayata geçtikten sonra da sık sık ordu darbeleriyle alaşağı edilen, edilmese de demokratlığı hayli tartışmalı hükümetler. İşte biz iki yüzyıldır bunların iktidarda olduğu bir devletle yönetiliyoruz. Peki, bu manzarada meşru bir devlet var mı? Durum o kadar acı ki, “Bu toprakların, hadi öncesini boşver, 20. yüzyıl siyasi kaderinde suikastlar, katliamlar ve failli meçhuller mi daha çok etkili olmuştur, yoksa seçimler ve onun neticesinde oluşan meclisler mi?” sorusuna, kim gönül rahatlığıyla ve hiç düşünmeden “seçimler” cevabını verebilir?

Dolayısıyla, son yaşananları da belki devlet krizi olarak değil de demokratik hukuk devletinin öteden beri tesis edilememiş olmasının bir sonucu olarak değerlendirmek daha doğru olabilir. Devlet ele geçirilecek ve oradan diğerlerini yönetecek bir kale olarak görülmekten çıkmadığı, her kişiye ve kesime eşit mesafede duran bir hizmet aygıtı olarak görülmediği sürece, surlardan içeri sokulmayacak Ermeni, Rum vs. kalmasa bile, kalenin içinde olup da kendini devletin sahibi olarak görenler de demek ki birbirine düşebiliyormuş. Devlet anlayışımızı ve hükümet etme biçimlerimizi değiştirmediğimiz sürece bu kavgaların da sonu gelmeyecek.