OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Sadece lobiyle olmaz

Abdullah Öcalan geçen haftaki mektubunda, Ermenilerin başına gelen soykırımı uluslararası modern sermaye ve lobi gibi birtakım soyut aktörlere, yani ‘dış güçler’e bağlayarak, yerel ilişkilere birincil önem atfetmediğini ima etti. Tabii ki bu gibi olaylarda uluslararası aktörlerin veya dış devletlerin rölü olabilir, vardır; fakat soykırımın bağlamını ve zeminini oluşturan hatta ‘yolunu yapan’ sosyal yapıyı ve ilişkileri analizimizin merkezine koymadan fazla yol alabilmemiz mümkün değil. Dolayısıyla Ermenilerin ve Kürtlerin beraber yaşadıkları bölgelerde “Bu iş nasıl oldu?” sorusuna cevap bulmak için, soykırımdan evvel bu iki halk ve onun farklı sınıf ve aktörleri arasında nasıl ilişkiler olduğuna bakmak gerekir. Bunun bir köşe yazısında tartışılıp sonuca bağlanacak bir mevzu olmadığı aşikâr ama genel hatlara dair bazı tespitler yapabiliriz belki.

Her şeyden evvel, Osmanlı Devleti’ndeki Ermenilerin ve Kürtlerin bütün sınıf ve örgütleriyle birbirine karşıt konumlanmış iki topluluk olduğunu ve dönemine bakılmaksızın devamlı çatışma halinde bulunduklarını söylemek kaba bir analiz olur; zira genel siyasi havanın ve özellikle merkezi devletin güttüğü siyasetin bu ilişkiler üzerindeki etkisini unutmamak gerekir. Ayrıca, her şey siyah-beyaz olarak tanımlanamaz. Ermeni ve Kürt aktörlerin iç içe geçtiği birçok durum ve vaka vardır. Benim özellikle kayda değer bulduğum bir örnek şudur: Erzurum’da yayımlanan Ermenice gazete Haraç’ın aktardığına göre, Diyarkabır’ın Lice ilçesinin Kürt Sinne köyünün sakinleri, yerel ağalardan olduğu anlaşılan Mahmut Bey tarafından 1909’un sonbahar hasadında tehdit edilirler. Mahmut Bey, o zamana kadar her yıl yaptığı gibi ürünün bir kısmına el koymak ister. Bunun üzerine köylüler, muhtemelen anayasal rejimin tekrar kurulmuş olmasından da cesaret alarak, Mahmut Bey’i Lice kaymakamına şikâyet ederler fakat kaymakam da Mahmut Bey’in akrabası olduğu için bir sonuç alamazlar. Köylüler bu sefer Taşnak Partisi’ne başvurarak hem Mahmut Bey’i, hem de kaymakamı onların vasıtasıyla Vali’ye şikâyet etmeye çalışırlar. Bu girişimin nasıl sonuçlandığını bilmiyoruz ama burada gördüğümüz şu: Kürt köylüler, yerel bir Müslüman (haberde belirtilmiyor ama Kürt olması kuvvetle muhtemel) zorbaya karşı haklarını sosyalist bir Ermeni partisi vasıtasıyla aramaya çalışıyorlar. Anayasanın ilanından sonra ortaya çıkan iyimser havanın bunda rolü olduğu yadsınamaz ama demek ki Kürtler ve Ermeniler her durumda bıçakla ikiye bölünmüş, birbiriyle hiç olumlu teması olmayan iki topluluk olarak değerlendirilemez.

Bunu böylece söyledikten sonra, bununla çelişir gibi gözüken –ama çelişmeyen– başka bir tespit yapmak gerekir ki, o da, kabaca 19. yüzyılın ortalarından beri Ermeni-Kürt ilişkilerinin epey sorunlu ve gergin olduğudur. Bunun en önemli iki nedeni, çoğunlukla Kürt eşrafın, ağaların, beylerin (ama yalnız onların değil) Ermeni köylülerden zorla veya hileyle gasp ettikleri topraklar ve kimi Kürt grupların on yıllar boyunca Ermenileri soymaları, kadınlarını kaçırmaları, Ermeni köylerinde istedikleri kadar ve hiçbir bedel ödemeksizin kalmaları ve bunları yaparken sık sık yaralama, hatta cinayet eylemleri gerçekleştirmeleriydi. Bu yaptıkları sebebiyle cezalandırıldıkları hemen hemen hiç görülmüyordu. Bırakın cezalandırmayı, özellikle Abdülhamit rejimi, Kürtlerin bu hareketlerini teşvik ediyordu; tabiri caizse Kürtleri Ermeniler üzerinde bir kırbaç gibi kullanıyordu – Hamidiye Alayları’nı hatırlamak dahi yeter... Öte yandan, kimi Kürtlerlerin dediği gibi kandırılmaktan değil, daha ziyade merkezle Kürt eşraf veya aşiret ileri gelenleri arasında karşılıklı çıkarları besleyen bir işbirliğinden bahsedilebilir.

İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra da, kısa bir dinginlik döneminin ardından gasplar ve öldürmeler aynen devam etti. Arazi sorunu Meclis-i Mebusan’ın gündemine her geldiğinde Müslüman vekillerin, özellikle de Doğu vilayetlerinden gelenlerin direnciyle karşılaştı. Zaten meşrutiyetin ilanının ve onun getirdiği herkesin, dolayısıyla Ermenilerin eşitliği fikrinin de Kürtler arasında pek hoş karşılandığını söylemek zor. Örneğin, Janet Klein’ın aktardığı bir İngiliz konsolosluk raporuna göre, meşrutiyetin ilanından altı ay kadar sonra Diyarbakır’da Kürt Kulübü tarafından yeni anayasal rejime karşı düzenlenen gösteriye binlerce kişi katılmış.

Daha bu konuda konuşulacak çok şey var. Bunlar tarihi ama bugünümüzü şekillendirmemizde veri olacak vakalar ve bunların konuşulmasında kızacak, gocunacak bir durum yok. Nasıl İttihatçı isimlerin yarattığı faciaya bugün Türklük üzerinden sahip çıkmanın doğru ve anlamlı bir davranış olmadığını söylüyorsak, aynı şekilde, geçmişin Kürt aktörlerinin içinde giriştikleri zulümleri de sırf Kürt oldukları için, yani Kürt kimliği üzerinden inkâr veya tevil etmek de doğru değil. Tabii, aynı şey Ermeni kimliği için de geçerli. Öte yandan, söz konusu tarihin Kürt sıfatını haiz kimi aktörlerinin eylemlerini, bugün Kürt ismini ve imgesini kötülemek için kullanmak da yanlış. ‘Kimi aktörler’ derken, doğruluğu kendinden menkul bir ‘halk masumiyetini’ kastediyor değilim; zira öldürmelere halktan kişilerin de katıldığı çok sık olmuştur. Komşusu insanın kurtarıcısı da olur, celladı da.

Ayrıca, Ermeni, Kürt, Türk diye üç yekpare homojen aktör olmadığını, bunların kendi içlerinde çok farklı bölümlenmeleri olduğunu, yani işin sınıfsal boyutunu da hiç akıldan çıkarmamak gerekir. Ermenilerin bir farkı varsa, o da, daha evvel dediğim gibi, ‘kolektif ve total kaybeden’ olmalarıdır.