NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

“Ferman padişahın...”

Ya 1960 ya da 1961 yazı. Tuzla’da, Amerikan Kampı’ndayım. ‘60 ise ‘Lider’, ’61 ise Program Direktörü’yüm.

Bir cumartesi. İki haftalık kamp döneminin tamamlandığı, yeni bir dönemin açıldığı gün. “Konukların var, seni soruyorlar” diye haber geldi, yönetim binasına gittim.

Orada, 35 - 40’ında iki kadın ile belki 50’sinde bir erkek, yanlarında iki çocuk, beni bekliyorlar.

Kadınlardan biri “Benim adım Mina Urgan, sizin adınızı Sabri Altınel verdi, oğlumu kampa getirdik, sizi bulmamı söyledi” dedi. Oğlu Mustafa Irgat’tı, galiba 10 yaşındaydı, öteki çocuk onun küçük kardeşi Zeynep. Öbür erkek ve kadın ise Ruhi Su ile Sıdıka Su. (Demek henüz Ilgın yokmuş ortalıkta.)

Adını bildiğim, sesini, bir türküsünü duymadığım Ruhi Su ile o gün orada tanıştım.

Mustafa, Mina Urgan’la Cahit Irgat’ın oğluydu. Sessiz, biraz içe kapanık, duygulu, alıngan, zeki bir çocuktu. Kampa da sanırım biraz sosyalleşmesi, akranlarıyla çok çeşitli etkinlikler içinde ve rahat, ferah bir ortamda bir arada olması için getirilmişti. Çok güzel bir 14 gün geçirdi.

1962 Haziranı’nda lise mezunu olunca 11 ayrı fakülte ve bölüme başvurdum. O zaman öyleydi; merkezi sistemi bir yana koyun, üniversiteleri geçin, hatta fakülteleri de bırakın, her bölüm için ayrı sınava girerdiniz. Diyelim, İ.Ü. Fen Fakültesi’nin matematik bölümüne ayrı, fizik bölümüne ayrı sınav vardı.

Bu 11 sınavın biri dışında hepsi başarılı oldu. Aldı mı beni bir düşünce! İ.T.Ü.’de mi, Robert Kolej’de mi mühendislik okumalı? İ.Ü.’de fizik mi, Ankara Siyasal Bilgiler mi?

İ.Ü.’de İngiliz filolojisi mi, Maçka Teknik’te mimarlık mı?

Her aklı başında lise mezunu gibi, bir bilene danıştım.

Benim örneğimde, ‘bir bilen’ Mina Urgan’dı. İ.Ü. Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi’nde profesör.

Mina Urgan sorunumu dinledikten sonra, o kendine özgü içtenliği ve sesiyle “Valla Nazar, bizim bölüm çok zor” dedi.

Vay, sen misin bunu söyleyen... Amacı o değildi ama, bilse de beni kışkırtacak daha ‘ağır’ bir şey söyleyemezdi. O bölüme kaydoldum. İyi ki de oldum; Fikret Adanır’la, Murat Belge’yle, sonradan Murat’ın karısı olan Ayşe’yle (daha sonra Bener), Engin Sezer’le, Azize Özgüven’le orada arkadaş oldum, ilk üniversite sevgilimi orada tanıdım.

Ama bütün bunlar başka hikâyeler...

Ruhi Su’yla Tuzla’daki tanışma üniversitede ve sonrasında sürdü, gelişerek sürdü. Ruhi Su beş yıllık mahpusluğun (meşhur ’51 tevkifatında tutuklanma, 1952-57 arası hapis) ardından iş bulamamış, sonra Yapı Kredi’nin kurucusu Kazım Taşkent ona kültür bölümünde bir iş açmıştı. (Bir süre sonra Kazım Taşkent bile baskılara dayanamayarak onun işine ‘resmen’ son verecek, lakin az bulunur bir zarafetle bunu Ruhi Su’ya, “Ruhi Bey, yaptığınız iş çok değerli, zamanınız da değerli, siz bir memur yapısında değilsiniz, bundan böyle çalışmanızı evinizden yürütünüz, maaşınız elbette devam edecek” diyerek açıklayacaktı.)

Sonraları Ruhi Su çeşitli kulüplerde türkü söyledi. Plakları, kasetleri çıktı. Türküleri, sesi, söyleyiş tarzı, özellikle 1960’ların o özgürlük solunan ortamında geniş, çok geniş yankı buldu. Birbirimizin evine gittik geldik. Nişantaşı Kodaman Sokak’taki apartmanın terası da olan en üst katında çok ağırlandık. İstanbul’daki en leziz pastaların yerini ondan iyi kimse bilemezdi. O evin müdavimlerinden aklımda kalan biri de Bertan Onaran’dır.

Annemden babamdan habersiz nişanlanınca, çok yakın arkadaşım da olan kayınpederim Bebo’yla (Yetvart Ersemerci) Develi’ye gittik, onu ailemle tanıştırmaya, haberi de vermeye. Kar, kış... Karakış! Orada birkaç gün kaldıktan sonra Kayseri’ye, hem ablamları görmeye, hem de Türkiye İşçi Partisi Kayseri il örgütünde arkadaşlarımızı ziyarete. Kayseri’deki arkadaşlarımdan biri de Ahmet Abi’ydi, Ahmet Gayretli. Abdülkadir Pirhasan (Vedat Türkali), 1980 Mayıs’ında katledilen Tarsuslu Sevinç Özgüner ile eşi Vecdi Özgüner gibi başkalarıyla ve Ruhi Su ile mapushane arkadaşı.

Onu ve öteki arkadaşım Mustafa Tosuner’i de alıp, trenle İstanbul’a geldik.

Trende Ahmet Abi ha bire “Ha, n’olur, bir de Ruhi’yi görsek!” diyordu. İlk akşam Ruhi Su’nun türkü söylediği kulübe gittik, Ahmet Abi, Mustafa, Jermen, ben. Sahnedeydi. Bir kâğıda “Ruhi Abi, Ahmet Gayretli burda, selam ediyor” yazıp gönderdim; notu aldı, okudu, sonra o güzel yüzüne yakışan gülüşü ve davudi sesiyle “Ahmet, hoşgeldin” diye ünledi, vakit geçirmeden

 

Nasıl geçtin boz bulanık sellerden,

Haber mi aldın esen yellerden,

Yadigâr mı geldin bizim ellerden

Gülü reyhan misali koktun birader

 

türküsünü, Everekli Seyrani’nin bu muhteşem türküsünü söyledi Ahmet Abi için. (Şimdi bunu hatırlayıp yazarken bile içim ürperiyor.)

Kendi şiirleri, sözlerini yazdığı türküleri de müthiştir.

 

Mahsus mahal derler kaldım zindanda

Kalırım kalırım kardeş dostlar yandadır

İk’elleri kızıl kandadır kanda

Ölürüm ölürüm kardeş aklım sendedir

 

Üç kıtalık bu türküyü, hapiste evlendiği dava arkadaşı, yoldaşı Sıdıka için, hapiste yazmıştı.

 

Hasan Dağı Hasan Dağı

            Eğil eğil eğil bir bak

            Sıkıyor zincir bileği

            Jandarmada hiç insaf yok

 

Bu da, mahkûmiyet kararının peşinden, Adana’ya sevk edilirken, Gülek Boğazı’na doğru geçilen Hasan Dağı’na arz-ı hal... İşe bakın ki, yıllar yıllar sonra Can Yücel, gene aynı gerekçeyle, gene mahkûmiyet sonrası, gene Adana’ya sevk edilirken, benzer hali anlatacaktır ‘Ayışığı’ şiirinde:

 

            Bileklerimizi morartmış yeni Alman kelepçeleri,

            Otobüsün kaloriferleri bozuldu Kaman’dan sonra.

            Sekiz saat oluyor karbonatlı bir çay bile içemedik,

            Başımızda pirensip sahibi bir başçavuş.

            Niğde üzerinden Adana cezaevine gidiyoruz...

 

            Bir sen eksiktin ayışığı

            Gümüş bir tüy dikmek için manzaraya...

 

Ben Ruhi Su’nun türkü söyleyişini duymadan önce Kırşehirli üç sese/âşığa/ozana tutkundum: Muharrem Ertaş (Neşet Ertaş’ın babası), Çekiç Ali, Hacı Taşan.

Muharrem Ertaş’ın ‘Kova kova indirirler yazıya’, ‘Ağ ellerini sala sala gelen yar’, ‘Sarı yazma’ bozlakları, hele Dadaloğlu yiğitlemesi, beni, benim gibileri yer bitirirdi. Ne var ki, başka pek çok türkü gibi, ‘Ferman padişahın, dağlar bizimdir’ diyen Dadaloğlu haykırışı da Ruhi Su söylediğinde bir başkaldırı, direniş, devrim karakteri kazanmıştı bizim indimizde.

T.C. pasaportu çok değerli bir belgedir; öyle uluorta, herkese verilmez. Bu, günümüzde de böyledir. Örnekse, Diyarbakır Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş halkın oylarıyla belediye başkanı seçilebilir, ama devlet ona yıllar yılı pasaport vermeyebilir. Halkın oylarıyla seçilmek kimileri için en üst meşruiyet anlamını taşır, ama o ‘kimileri’, konu kendileri olmayınca, halkın oylarını umursamazlar, insanların ya hapiste ya da –bu yapılanlar, binlerce örnek düşünüldüğünde dışarıdaki hapishane olan– kendi ülkelerinde ölmelerini yeğ tutarlar.

Ruhi Su hastalandı. Kanser. Yıl 1978. Tedavisi için Almanya’ya gitmesi gerekiyordu. Orada doktor, hastane, her şey hazırdı. Aziz milletimizin necip hükümeti onun diyar-ı gurbette ölmesine razı gelmedi, ölecekse kendi toprağında ölsün dedi. İş işten geçtikten sonra (o da tek çıkışa mahsus) verilen pasaport işe yaramadı.

Ruhi Su’yu 1985’te bir Eylül günü kaybettik. Zulüm zalime, onun coşkun bir ırmak olan sesi, güneşli gülüşü, ezgili, sevdalı yüreği, şiirleri, türküleri bize kaldı.