NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Soma... Yine, yeniden

1990’ların başı. Adam Yayınları’nın heyheyli günleri. Yeni bir dizi başlattık: Dünya ve Türk yazınlarından seçilmiş şiirler, öyküler, mektuplar. Aşk şiirleri, mapusane şiirleri, çeviri şiirler, yergi şiirleri, aşk öyküleri... 20 kadar kitap.

Bir de doğa şiirleri seçkisi yayımlamak istedik, ‘Türk Yazınından Seçilmiş Doğa Şiirleri’. Turgay Fişekçi ilk geniş hazırlığı yaptı, peşinden kitaba girecek şiirleri birlikte seçtik. Güzel bir seçki oldu hakçası.

Kitabı yıllar sonra yeniden okuduğumda şaşkına döndüm. Önsözünde “Şiirin doğası doğa şiirlerinde de kendini gösteriyor, insanı, yaşamı yükseltiyor, yüceltiyor” diye yazmışım, insanın doğaya ettiklerini bir an olsun anmadan, akla getirmeden. Lakin, diyeceğim şu ki, akla getirmemişim, çünkü şiirlerin hiçbirinde doğayı gözeten, doğanın durumuna değinen tek satır yok! Varsa yoksa betimlemeler, ona duyulan sevgi, hayranlık, özlem. Deniz, ağaç, çiçek, bulutlar, yeller... Kuşlar, mevsimler; biraz eskiye gidince gül, bülbül.

Gene de, demek 25 yıl önce ben de ayırdında değilmişim gidişatın; eksikliği görmememden, neden yok, niçin yok, diye sormadığımdan belli.

Tamam, güzel şiirler elbet, lirik, idilik. Bunlara da gerek yok mu, var. Hem de nasıl!

                        Yağdı, bütün gece yağdı kar

                        Yıldızlarla aydınlanarak

ya da

                        Kandilli yüzerken uykularda

                        Mehtabı sürükledik sularda

ve dahi

                        Beyaz, beyazdı bulutlar

Gölgeler buğulu, derin;

Ah o hiç dinmeyen rüzgar

Ve uykusu çiçeklerin

Ama... Doğanın durumuna... Tek bir dizeyle de olsa...

Demek, insanın insana ettiğine bir miktar el atmış Türkçe edebiyat, insanın doğaya ettiğine henüz gelip ulaşmamış.

Âşık şarkıları düşürüyor sevdiğinin peşine ama biz şiirleri, türküleri, ağıtları, bozlakları düşürememişiz, üşüştürmemişiz hükümetlerin, muktedirlerin başına!

Geçen yazıda değindim, dert yandım: Madencilik, madenciler üstüne neden ağıtlarımız, türkülerimiz, balatlarımız yok, diye. Doğa üstüne yok da ondan belli ki... Ya başka işler, uğraşlar üstüne var mı? Diyelim dokumacılık? Diyelim, halıcılık, kilimcilik?

Diyelim denizcilik? Diyelim demiryolculuk? Diyelim uzun yol şoförlüğü? Diyelim fabrika işçiliği, ırgatlık, marabalık, çiftçilik, bağcılık, ormancılık üstüne? Ha, orman deyince,

            Güneşi baltaların

Ucunda taşıyarak

            Burdan daha çok uzak

Bir ormana gidiyor

            Tahtacı güzelleri

            Yemyeşil ormanların

            Baş tacı güzelleri

var, bakın bu var... Ve tabii, bir de,

            Aman ormancı canım ormancı

            Köyümüze bıraktın yoktan bir acı

diyen türkü var. Biri ağaç kesmeye giden güzellere güzelleme, öteki ağacı ormanı korurken değil, sarhoşken niza çıkaran ormancıya ilenme, o dalaşta ölene ağıt.

1963 yılı. Üniversite öğrencisiyim. 1961’de 12 sendikacının kurduğu Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) ertesi yıl aydınlar davet edilmiş, geniş bir katılımla parti yenilenmiş, başkanlığına Mehmet Ali Aybar getirilmiş, Türkiye’de yeni bir rüzgâr esmeye başlamış...

Partinin kurucularından, 12 Temmuz 1980’de katledilen Kemal Türkler, Maden-İş Sendikası’nın başkanı. O sendika, henüz çalışma kanunu çıkmadığı, işçilere yasal olarak grev hakkı tanınmadığı halde, 1963 başlarında İstinye’deki Kavel kablo fabrikasında greve gitmiş. Havada bir coşku, bir heyecan. Zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan işçi sınıfı, bakın işte, partisini kurdu, grevini yapıyor. Sosyalist devrimin eli kulağında, yarın değilse hemen ertesi gün...

Bu atmosfer içinde Hasan Hüseyin Korkmazgil ‘Kavel’ şiir kitabını yayımlamış. Bilgi Yayınevi’nden, küçük bir kitap. Coşkulu, ateşli.

            İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim.

            Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada,

            Güneşe karışmadıkça etim

            Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.

Sınıf arkadaşım Fikret Adanır’la, elimizde ‘Kavel’ kitabı, onun Yenikapı’daki öğrenci odasında, ya da Yenikapı’dan Kumkapı’ya, Kumkapı’dan Yenikapı’ya sahili arşınlarken, bir Fikret okuyor bir şiiri, bir ben; o bırakıyor ben okuyorum, ben bırakıyorum o okuyor... (Böyle bir dellenmeyi bir de Nikos Kazancakis’in ‘Zorba’ romanı Ahmet Angın çevirisiyle Türkçede yayımlanınca yaşamıştık Fikret’le. Bu kez heyecan edebiyata, coşku edebiyattandı.)

Yukarıda söyledim, Kavel grevini başlatan sendika, TİP’in kurucuları arasında da yer alan Kemal Türkler’in başkanlığındaki Maden-İş’ti.

Şu işe bakın ki, aradan bunca yıl, 50 yıl, geçtikten sonra Türkiye’de işçinin emeğin geldiği yere bakın ki, Soma’daki işçilerin sendikası da Maden-İş! Çook farklı bir Maden-İş.

Demek ki iş sendikayla bitmiyor. Sendika olmasıyla bitmiyor. Nasıl bir sendika, nasıl bir sendikacılık, nasıl bir siyasal-ekonomik düzen, nasıl bir insan hakları anlayışı, nasıl bir özgürlük, nasıl bir demokrasi... İş gelip gelip, gene ‘HAKLAR-ÖZGÜRLÜKLER’ meselesine bağlanıyor. Demokrasiye bağlanıyor. Peki, demokrasi nedir? Demokrasi, hiçbir baskı altında kalmadan hak arayabilme, hiçbir baskı altında kalmadan hesap sorabilme özgürlüğüdür. Nokta.

Soma’ya dönersek…

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım... Soma’da ölenler için “Bu işin fıtratında var” diyen oldu, evet. Ama “Hem aralarında Aleviler de vardı” diyen oldu mu? Olmadı.

“Elimizde kanıt var, madencilerin arasına Kürt de karışmış” diyen de olmadı, olduysa da ben duymadım.

“Hepsi sünnetliymiş ama bazılarının Yahudi olmadığı ne malum?” diyene de rastlanmadı.

İyice kulak kabarttım, “Ekmek için gidiyorlarmış çalışmaya... Öyle mi gidilir ekmek için? Hem ceplerinde kömür vardı!” diyen biri de çıkmadı bu kez. Çıktı mı? Çıkmadı!

Eee?

Şükür. Buna da şükür.

 

*Karikatür Taraf, 21 Mayıs 2014