VAHAKN KEŞİŞYAN

Vahakn Keşişyan

Kim Ortadoğu’da yaşamak ister ki?

Modern Ortadoğu’nun şekillendiği günden beri, yani Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü ve Birinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle ortaya çıkan devletlerin ilk günlerinden beri bir şeyler yanlış gidiyor. Bugüne kadar, bir türlü yaşama yerine dönüşmedi Ortadoğu. İki yıl sonra yüzüncü yıldönümünü kutlayacağımız Sykes-Picot Anlaşması’nın yarattığı Ortadoğu, yanlış bir zemin üzerine kuruldu ve Ortadoğu’da herkes, yüz yıldır, bu yanlışın laneti altında yaşıyor.

Osmanlı İmparatorluğu bir cemaatler cenneti değildi, hele İttihat ve Terakki yıllarında hiç değildi. Ama o zamanlar en azından umut, başka bir geleceğin umudu vardı. Şimdi böyle bir şeyden söz edilebilir mi? Ortadoğu’nun geleceğinin umutla dolu olduğunu, hepimizin burada barış içinde ve özgürce yaşayacağımızı söyleyebilir miyiz? Osmanlı dönemindeki yanlışların, özellikle eşitlik meselesinin çözülmemesinden öte, yepyeni meseleler ortaya çıktı. Mesela, Osmanlı’nın son döneminde büyük felaketlere yol açan milliyetçilik, yirminci yüzyılda, halklara hükmetme aracına dönüştü.

Milliyetçiliği yaratan Batı milliyetçilikten uzaklaşırken, Ortadoğu onu keşfetti ve Batı’nın yanlışlarından hiçbir şey öğrenmeyerek, felaketlerle dolu aynı yoldan yürümeye devam etti. Ayrıca, olası barış büyük dezavantajlarla karşı karşıya kaldı hep. Bir yandan devletlerin yapay şekilde parçalanması, diğer yandan da parçalanmaması, olası bütün yanlışları birbirine katarak felaket bölgesini ortaya çıkardı. Bu bölgenin halkı her zaman mağdur oldu; gidebilen gitti, çıkabilen çıktı, gidemeyenlerin ise gözü hep dışarıda kaldı.

İsrail, Lübnan, Katar, Kuveyt gibi ülkeler, kuruluşlarından itibaren hiçbir zaman kendilerince siyasi bir sistem oluşturmayacakları belliyken, güç ve dış ilişkilere dayalı zeminler üzerinde yaşayıp günümüze ulaştılar. Irak, Suriye, Mısır, İran, Türkiye, Suudi Arabistan gibi ülkeler ise, merkezileştirilmiş aşırı güç kullanımı üzerine kurulmuş, küçük grupların bütün toplumu esir alma sistemleriyle, varlıklarını devam ettirdi. Küçük ülkeleri bir yoldan, büyük ülkeleri başka bir yoldan, sürdürülemez sistemlerini ancak savaş ortamında devam ettirmekte.

Ortadoğu, çözüm yoluna değil, daha da karışık bir hale doğru ilerliyor. Irak ve Suriye yeni parçalanmalar aşamasında, Suudi Arabistan fazla uzak değil, İran ve Türkiye’de ise –en azından– bu korku var. Ancak yeni parçalanmalar ya da ülkelerin yeni haritaları, barış vaat edemiyor. Savaş sonsuza dek devam ediyor ve gelecek hiçbir şekilde hayal edilemiyor. Halklar için, hem bireysel, hem de toplumsal olarak, kurtuluş için iki seçenek kalıyor: Ya buralardan çekip gitmek, ya da savaşın bir parçası olmak.

Kim Ortadoğu’da yaşamak ister ki? Kim köyünde oturup, IŞİD’in gelip köyü yakıp yıkmasını beklemek ister ki? Kim anadilinin yasaklanmasını ister ki? Hangi kadın araba kullanmasının yasak olduğu bir şehirde yaşamak ister ki? Hangi çocuk gözlerinin önünde babasının ölmesini ister ki? Kim ailesini alıp, bir mülteci şehrine sığınıp, bir yıl, iki yıl, üç yıl, belki de elli yıl öylece, mülteci olarak yaşar? Kim kilisesinin haçının çıkarılıp kırılmasına tanık olmak ister ki? Ve hangi çocuk, yüzünden plastik mermi ya da gaz fişeğiyle vurulmak ister?

Her siyasi program, her siyasi hareket bu noktaya odaklanmalı. Hükümetler ve devletler, bir gelecek tasavvuruna sahip değillerse, neden hâlâ iş başındalar? Amaçları ne? Durum artık o kadar vahimleşmiş ki, herhangi bir devletin ya da hükümetin, kendi için bir gelecek hayal etmesi mümkün değil. Ya Ortadoğu halkları olarak hep birlikte kurtuluruz, birlikte barış üretmenin yollarını buluruz, ya da, 2016’da Sykes-Picot’nun yüzüncü yıldönümü kutlamalarıyla birlikte, binlerce yıllık Ortadoğu uygarlığının sonunu da kutlayabiliriz.