BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Unutmamak

Benim aklım hâlâ Vakıflıköy’de. Söylemiştim size, daha yazacağımı. Zira bir sayfaya sığacak şeyler değildi hissettiklerim ve gerçekten daha anlatacak çok şey var. Ama önce burada küçük bir parantez açıp diyeceğim ki, sevgili Lora’nın Zulal bebeği çok tatlı, biliyor musunuz? Alkış sesine uyanıyor, davul zurna gümbürtüsünde mışıl mışıl uyuyor. Kapadım parantezi. Söylemeden edemedim, hemen yazmasam da unutabilirdim. Unutulmadan yazılmak üzere beynimde zorla sıraya girmeye çalışan karışık duygular arasında kaynayabilirdi.

Unutmak ne ilginç bir olgudur, değil mi? Çoğu zaman beyni rahatlatır, ruha ilaç etkisi yapar. Ve ne yazık ki beyin, bu olguyu hep senin onayını almadan gerçekleştirir. Bazen silmek istemediklerini siler, bazen de sen silmek istedikçe daha derine gömer. Ne diye girdim şimdi bu ‘unutma’ felsefelerine? Hani Vakıflıköy’ü anlatacaktım? Şöyle oldu; bir kere Vakıflıköy’ün kendisi, kimi acı yaşanmışlıkları unutmak ile, kanlı canlı ve de tek başına hâlâ var olduğunu unutmamak arasındaki ince çizgide duruyor. Bir de köyün dertleriyle ilgili, İstanbul Ermenileri olarak neler yapabileceğimizi konuşurken Lora’nın söylediği bir şey takıldı kafama. Dedi ki, “Köyümüzü ziyaret eden herkes mutlaka çok etkileniyor, dertlerimizi dinliyor, öneriler getiriyor, kendi kapasitesi çerçevesinde yapabilecekleriyle ilgili içtenlikle vaatlerde bulunuyor ama genelde hepsi burada konuşulanlarla kalıyor. İnsanlar evlerine, işlerine dönünce unutuyorlar.”

Doğru söze ne denir? Gözden ırak olan gönülden de ırak oluyor. Mesafe büyük, göz önünde değil; eh, herkesin hayatı da tozpembe değil. Görülenlerin, hissedilenlerin etkisi bir süre sonra ‘Benim derdim bana yeter’ durumuna yenik düşüyor. Zaman zaman hatırladıkça yürekleri hafifçe bir ‘cız’ ettiriyor, o kadar. Hiç bilmeyenler için de ‘Ta uzaklarda bir tane Ermeni köyü varmış, bana ne’ bile olabilir. Oysa gidip görünce anlıyor insan ki keşke uzun süre orada kalabilme ya da sık sık gidebilme kolaylığı yaratılsa...

Bir kere, yedi köyden biri bizim ya, işte o ‘biri’ öyle farklı ki. Şöyle anlatayım: Diyelim ki bir arabada, etrafınıza baka baka köylerin içinden geçerek gidiyorsunuz, kimse de size bu konuda bilgi vermemiş. Gördükleriniz, bildiğimiz köy manzarası neyse o; dip tarafları düzgün taşlı, üst tarafları uyduruk, kötü renkli kireç boyalı, çarpık çurpuk evler (çoğunun üzerinde Ermenice yazı var); toz toprak, yamrı yumru yollar, kapı önlerinde kadınlar, etrafta çer çöp, sokaklarda yalın ayak başı kabak çocuklar, kahvelerde erkekler, üç beş cılız ağaç filan falan. Sonra birden, sihirli bir değnek değmiş gibi, bir çizgiyle ayrılmış gibi, manzara değişiveriyor. Pırıl pırıl yollar, düzgün yapılmış evler, bahçeler, çiçekler, yemyeşil gür yapraklı ağaçlar, şehirliye benzeyen köylüler... Şaşkınlık içinde “Nereye geldim ben?” dememek mümkün değil. O zaman anlarsınız işte, o uzaklardaki Ermeni köyü nasıl bir şey. O zaman anlarsınız, o güzelliğin yavaş yavaş yok olması nasıl bir şey. Zira bir şeyler yapmazsak, el vermezsek yok olabilir. Azala azala 300 küsur kişi kalmışlar.

Geri göçler oluyormuş. Bu güzel, sevindirici. Ama genellikle yetişkin çocuğu olan ve oraya yerleşmeyi emeklilik gibi düşünen insanlar bunlar. Küçük çocuğu olan ne yapacak? Çocuğunu okula göndermeyecek mi? Ya çevredeki Türk okulları, ya da İstanbul’daki Ermeni okulları. Başka alternatif yok. Kişisel olarak ben önce okul olmasını isterdim. Oldu diyelim, öğretmenler nerden bulunacak, maaşları nasıl ödenecek? Köyün devletle ilişkisini bilmiyorum. Devlet lütfedip, Ermeni köyü denmesini hoşgörmüş ama bu lütuf ‘Biz ne kadar istersek o kadar veririz’den öteye geçer mi? Bilemem. Toprakların Vakıflar Müdürlüğü ve Hazine ukdesinde uyumaya bırakılmasından, yeni ev yapılmasının, satın alınmasının âdeta imkânsız olmasından bir anlam çıkar mı? Bilemem. Neyse, kestim bunu.

Bir de dilleri çok etkiledi beni. İlk gün yaşlı bir çiftin konuşmasına tanık oldum. Hanım, biraz ağır işiten beyine, bizim dediklerimizi yüksek sesle anlatıyordu. Hayretle “Nece konuşuyorlar?” dedim, “Ermenice” dediler. Çok hoştu doğrusu, Hemşinlilerin konuştuğu gibi kopuk, tek tip ve devşirme değil. Her kelimenin karşılığı var, kendine özgü bir grameri var. İlgilendim tabii sonra ve her karşılaştığım Vakıflıköylüye sordum, “Sen bu dili biliyor musun?” diye. Daha çok yaşlılar biliyor, gençler için de sanırım sınır 35 falan. Yok mu olsun bu dil?

Bir heves geldi üstüme, öğrensem de, o dilde kısa bir oyun yapsam da, gidip orada oynasak gibi... Unutur muyum acaba ben de bu hevesi? Ama önce birçok etkinliğin yapılabileceği bir mekân lazım. Bakın dostlar, hemen önümüzde, 31 Ağustos’ta büyük umutlar yeşertmesi mümkün bir ‘madağ’ var Kınalıada’da, sevgi sofrası kurulacak. Bu yazdıklarımı bir düşünün, olmaz mı?