OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Yenideki eskiler

Ne zamandır değinmek istediğim bir konu vardı ama “sıcak gündem” yüzünden fırsat bulamamıştım. Mücahit Bilici’nin geçen Cumartesi günki Taraf yazısını okuyunca tekrar hatırladım (başlık o yazıdan mülhem). Mücahit son zamanlarda “devletçilikteki katmerlenmeden” ve İslamcılıkla devlet arasındaki ilişkiden bahsetmiş. Halihazırda, kendini İslamcı olarak tarif etmese bile İslami referans, değer ve önceliklere göre siyaset yaptığını pek de gizlemeyen, İslami sembolleri bol bol kullanan bir iktidar partisi mevcut. Bu partinin, yani AKP’nin, yalnız devlet mefhumuyla olan ilişkisini değil, bunun yanı sıra “biz”i tanımlama ve o “biz”in dışında kalanları konumlandırma biçimini analiz etmek hem demokrasimizin durumunu hem de “yeni Türkiye’nin” yeniliğini teşhis etmek açısından faydalı ve gereklidir. Burada “biz”den kasıt, aktörlerin kendilerini dahil ettikleri gruptur, yani bizim örneğimizde Türklük ve Müslümanlık’ın, tanımlayana göre değişen, farklı oranlardaki bileşimidir. İşin ilgiye değer tarafı şudur ki yeni Türkiye yaratma iddiasındaki AKP’nin devlet ve “biz” hakkındaki söylem ve görüşleri, cumhuriyetin kurucu seçkinlerinin düşünceleriyle yani “eski Türkiye” ile benzeşmektedir. Evet, İslam’a bakışları ve onu konumlandırışları farklıdır ama demokratik toplumun gelişimi ve kökleşmesi açısından bu tek, hatta en önemli belirleyen değildir.

Her iki anlayışta da devletin en yüce değer ve yapı olarak toplumun üzerinde konumlandırılması, demokrasi için çok daha kritik bir düşünsel ve eylemsel faktördür. Karşılaştırmalı birkaç örnek vermek gerekirse, erken dönem cumhuriyet teorisyenlerinden Yusuf Akçura, devletin yönetimdeki devamlılığının bireyin özgürlüğüne tercih edileceğini çünkü milletin mensuplarının bütün hak ve çıkarlarının devlette vücut bulduğunu söyler. Kemalist ideologlardan Recep Peker için de ulus sadece bir kalabalıktır, onu tabiri caizse adam eden, bir manaya kavuşturan devlettir. Gereğinden (yani birden) fazla siyasi parti olması, bölünmeye sebebiyet vererek milletin devlette vücut bulmasını engelleyebilir. Bu riski ortadan kaldırmak için devlet ifadesini tek partide, yani o zaman için CHP’de bulur. Zaten Türk milleti öteden beri devletle özdeşleşmiştir ve kendini öyle görür. Örneğin, Hamdullah Suphi, Anadolu Türk’ünün “güçlü devlet terbiyesine”, “emir alıp emir yapmaya” olan tarihsel yatkınlığına “hamdeder”. (Zikredilen kişilerin bu ifadelerini, Nuri Bilgin’in editörlüğünde çıkan “Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik” isimli kitaptaki, Tanıl Bora’nın “Cumhuriyetin İlk Döneminde Milli Kimlik” makalesinden aldım.) Bunlar 1920’lerde, 1930’larda söylenmiş sözler ama daha beş-altı hafta evvel Söğüt şenlikleri sırasında Başbakan Ahmet Davutoğlu da devleti yücelten, Türkler için devletin ne kadar önemli ve vazgeçilmez olduğunu vurgulayan bir konuşma yaptı. “Selçuklu, Osmanlı, Türkiye Cumhuriyeti devleti çizgisi içinde, tarihi süreklilik içinde, 2023 yılında, cumhuriyetimizin yüzüncü yılında, aynen bu şenliklerin yüzüncü yılında bir oba[nın] devlete dönüştüğü gibi, iki yüzüncü yılında bir devlet[in] bir imparatorluğa dönüştüğü gibi Türkiye cumhuriyeti devleti[nin] de” bir cihan devletine dönüşeceğini müjdeledi. Oradakilere, “...bir obadan bir beylik, bir beylikten bir devlet-i ebed müddet, bir devlet-i ebed müddetten bir dünya düzeni, bir nizam-ı alem çıkaran Türkmen obalarının, Yörük obalarının yiğitleri...” diye hitap etti. Birinci gruptaki ifadelerle bu ifadeler birbirinin “karındaşıdır”, aynı düşünce yapısının rahminden çıkmışlardır, hepsi devlet güzellemesidir. Zaten, Osmanlı klasik siyaset felsefesinden ve daha da ötesinden beri İslamcı düşüncede devletin müstesna bir yeri oldu. Bir açıdan  bakınca bu geleneğin takipçisi olduğunu beyan eden AKP’de devletçiliğin tezahür etmesinde şaşıracak bir şey yok.

Fakat, her iki grubun da yönetme-yönetilme takıntısı devletle sınırlı da değildir; bununla bağlantılı olarak Türk’ün “ezelden beri” hakim yani yöneten olarak tarifi ve konumlandırılması var. Vatan coğrafyasını Türkleştirmek maksadıyla hazırlanan 1934 İskan Kanunu için kurulan komisyon raporunda, “Türk ırkının” Orta Asya’dan çıkışından beri değişmeyen özelliğinin “efendi” olmak olduğu zikredilir. Bu Türk soyunun “fıtratına” içkindir. Bu Kemalist görüş. İslamcı görüşü olarak da Davutoğlu aynı konuşmada şöyle söylüyor: “Ertuğrul Gazi’nin attığı tohum bütün insanlık tarihine göstermiştir ki bizim milletimiz tarihte ancak ve ancak özne olarak varolabilir, nesne olamaz, köle olamaz”. Karşılaştığımız gene aynı anlayışın iki farklı ifadesinden başka bir şey değil.

Bunlar küçük bir göz gezdirmeyle ortaya çıkan paralellikler. Daha sistematik bir çalışmayla bu iki zihniyet arasındaki benzerlikler ve farklılıklar incelenebilir. Fakat esas mesele şu tespiti yapmaktır: yeni Türkiye’yi yeni yapacak ve umulur ki daha demokratik ve barışçıl birlikte yaşamın kapılarını açacak olan yöneticilerin  devlete, halka, “biz ve ötekine” karşı demokratik ve çoğulcu bir yaklaşım geliştirmeleridir. Bunu yapmadıktan sonra, eski düzenin herşeyini alıp üstüne İslam’ı eklemenin bu hedefler açısından çok bir anlamı yok.

AKP’nin ve o doğrultuda düşünenlerin, cumhuriyetin kuruluşundan bugüne kadar geçen süreye atfen sık sık kullandıkları bir parantez metaforu var. Cumhuriyetle açılan parantezin AKP’yle birlikte kapandığını, dolayısıyla iktidardan uzaklaştırılan halkın tekrar iktidar olduğunu söylüyorlar. Yani parantez içinin olağan akışa uymayan bir sapma olduğunu söylemiş oluyorlar. Evet, Sevan Nişanyan’a atfen söyleyecek olursak bu cumhuriyet “Yanlış Cumhuriyet”ti; fakat parantezin açıldığı ana dönmek sorunları hallettiğimiz veya olmamız gereken yerde olduğumuz anlamına gelmiyor; zira zaman zaman söylediğim gibi bizim demokrasi, çoğulcu, çokkültürlü, barışçıl birlikte yaşam için “döneceğimiz” bir zaman dilimi yok. Çok istiyorsanız belki 1908 Temmuz’una dönebiliriz ama o da başarısız bir deneyimden “ders çıkarmak” için. Yapmamız gereken yalnız parantezi kapatmak değil, satırbaşı yapmak.