OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Biz laik değil miyiz?

Kimi kalemlerin kategorileştirdikleri ama tam olarak kimleri kastettikleri yoruma açık olan, zaman zaman hepimizin kullandığı, ‘laikler’ diye bir grup insan var. Bu kullanımların büyük çoğunluğunda eleştirel, hatta kızgın ve küçümseyen bir ton olur. Böyle olmasının en önemli sebebi, Kemalist cumhuriyetin laiklik anlayışı ve bu anlayış doğrultusunda yaptığı uygulamalardır. Cumhuriyet devletinin, dini kontol etmeyi, siyasi ve kültürel bir araç olarak kullanmayı içeren laiklik anlayışı eleştirilmeyi tabii ki hak ediyordu, hâlâ da ediyor. Üstelik, laik olma iddiasındaki bu devlet, bütün din ve mezheplere eşit mesafede durmadı. Sünni Müslüman akidelerine uygun yaşamayı değil ama Sünni Müslüman kimliğine sahip olmayı, makbul vatandaşlığın önkoşulu haline getirdi. Devletin tarihsel anlamdaki bu olumsuz ‘laiklik performansı’, bir bütün olarak laiklik ilkesinin yıpranmasına da neden oldu. Bu ilkenin bir baskı aracı haline gelmiş olmasından dolayı, bunun anlaşılabilir bir tarafı da vardı. (Bu yazıda ‘laiklik’ terimini mutlaka Kıta Avrupası’nın laiklik tercihini kastederek kullanmıyorum. Kıta Avrupası ile Anglosakson düşünce ve kültür dünyası arasındaki, bu noktadaki fark, bu yazının kapsama alanı dışında kalmakla birlikte önemlidir. Yalnız laiklik ilkesi bağlamında değil, genel olarak Aydınlanma düşüncesinin Fransa, Britanya ve Kuzey Amerika bağlamlarında aldığı farklı biçimlerle ilgili olarak, Gertrude Himmelfarb’ın ‘Roads to Modernity’ kitabına bakılabilir.) Bu baskıcı tutum, din-siyaset-laiklik tartışmalarının sağlıklı biçimde yapılmasını da engelledi. Başka bir deyişle, örneğin, kıyafetinden yani başörtüsünden dolayı, eğitim hakkı gibi temel bir haktan yoksun bırakılanların veya başka ayrımcılıklara uğrayanların olduğu yerde, laiklik tartışmasını teorik düzlemde sağlıklı biçimde yapmak zordu. Acil olan, insanların bu haklarına kavuşmalarıydı. Dolayısıyla, onların mücadelesi özgürlükçü-demokrat kesimler tarafından desteklendi.

Bugün toplumun belli bir kesiminde Müslüman sembollerine ‘alerji’ devam etmekle birlikte, dindarlar üzerindeki idari ve hukuki baskının eskiye oranla epey hafiflediğini söylemek mümkün. Tam tersine, kamu otoritesinin kamusal hayatı, hatta bireyin hayatını İslami referanslara göre düzenleme emareleri var; en azından bu yönde kuvvetli bir algı var. Eğitim politikaları ve buradaki kimi tercihler, bu algının tek değil ama önemli bir kaynağı olduğu söylenebilir. Velhasıl, dinin kendisinin doğrudan veya dolaylı bir baskı aracı olarak algılandığı bu zamanda, daha evvel sağlıklı biçimde yapamadığımız laiklik tartışmasını yapmak için belki de uygun bir zamandır. (Bundan kastım, kamuoyuna mal olmuş, kamusal alanda açıkça yapılan bir tartışmadır; yoksa, akademik eserler bu tartışmayla dolu.)

Başörtüsü sorunu gündemdeyken yapılan tartışmalar, şöyle yanlış bir algıya yol açmış gibi görünüyor: Ya Kemalizm’in laiklik anlayışını savunursun, ya da laikliğe toptan karşısındır. (Benim başörtüsü meselesindeki özgürlükçü tavrımı bilen bir öğrencim, laiklik ilkesinin demokrasi ve eşitlik açısından önemli olduğunu söylediğimde şaşırmış, “Hocam, siz laikliği mi savunuyorsunuz?” diye sormaktan kendini alamamıştı.) Halbuki bu iki uca sıkışmak durumunda değiliz. İşte bu noktada, herkesin laiklikten veya onun yokluğundan ne anladığını açıkça söylemesi ve bu konuda bir uzlaşı arayışı gerekiyor.

Bu tartışmadaki belirleyici unsurlardan biri, dindarların ‘İslam ve kamu’ veya ‘İslam ve siyaset’ ilişkisine nasıl baktıklarıdır. Daha açık bir ifadeyle söyleyecek olursak, dindar Müslümanlar kendi hayatlarını inandıkları biçimde yaşayabilme özgürlüğüyle yetinirler mi, yoksa kamu otoritesi ve düzenlemesi yoluyla başkalarının hayatlarının da o akidelere göre tanzim edilmesini talep ederler mi? Başka bir deyişle, ‘gruplar içinde bir grup’ olmakla yetinecekler mi, yoksa bütün grupların üstünde, Müslüman sıfatlarıyla ve bu sıfata göre yöneten grup mu olmak isteyecekler? Yani birilerinin bunca zamandır ‘Türk’ sıfatıyla kurdukları idare tarzını, bu kez ‘Müslüman’ sıfatıyla tekrar mı edecekler? İslam müktesebatında yönetme-yönetilme, hâkimiyet kurma gibi konulardaki ‘hassasiyet’i yansıtan bolca kavram var. Dar-ül İslam / Dar-ül Harp ayrımından tutun da, Müslüman / ehl-i kitap / kâfir kategorileştirmesinin farklı siyasi haklara ve sosyal statüye tekabül etmesine kadar... Fakat, buna rağmen, bu konularda tek bir ‘Müslüman pozisyonu’ olduğunu söylemek mümkün değil. Nihayetinde, parçalı ve her ne kadar dışardan bakanlar homojenleştirmeye çalışsa da, heterojen bir topluluktan, dolayısıyla farklı yorumlardan bahsediyoruz. Bu yorumlardan hangisinin ağır basacağı, laiklik ve dolayısıyla iç barışın tesisi açısından hayati önem taşıyor.