OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Anadilinde eğitim

Geçen haftasonu, Bilgi Üniversitesi Sosyoloji ve Eğitim Çalışmaları Merkezi ile İngiltere’den Demokratik Gelişim Enstitüsü’nün ortaklaşa düzenlediği, ‘Dilin, Kimliğin ve Medyanın Çatışma Çözümündeki Rolü’ başlıklı bir yuvarlak masa toplantısı yapıldı. Faydalı tartışmalara sahne olan etkinlikte, Karin Karakaşlı, sunumunda, büyürken Ermeniceyi yayasından nasıl kendiliğinden, yaşayarak öğrendiğini; belli bir zamana kadar öğrendiği dilin ne olduğunu ve ‘dışarıda’ farklı bir dil (Türkçe) bulunduğunu bilmediğini anlattı. Ancak o farklı dili konuşanlarla karşılaşınca, kendi konuştuğunun Ermenice, diğerinin de Türkçe olduğunu öğrenmiş. Karin’in kendi bireysel çocukluk tecrübesi olarak anlattığı, dillerin modernite veya milliyetçilik çağından önceki kolektif durumuna çok benziyor.

O zamanlar insanlar konuştukları dile belli bir isim verseler bile onun coğrafi yaygınlığı, diğer dillerden farkı veya onlarla ilişkisi hakkında pek bir fikir sahibi değillerdi. Dil, üzerinde düşünülen bir olgu olmaktan ziyade ‘doğal bir gerçeklik’ olarak yaşanıyordu. Tabii, dil, karşıdakinin ilk fark edilen özelliklerinden olduğu için, öteden beri yabancılığın da tanımlayıcı unsurlarından biri olageldi. Yani, ‘bilinmeyen bir dil’ konuşanlar yabancı olarak nitelendiler. Hatta Yunancada, ‘yabancı ve/veya kaba’ anlamına gelen ‘varvaros’ (Barbaros) kelimesinin, bu insanların ağzından çıkan ve anlaşılmayan seslere atfen veya onları taklit ederek oluşturulduğu söylenir.

Dilin siyasallaşması, bir iktidar ve dolayısıyla direniş alanı ve aracı haline gelmesi, tohumları matbaanın icadı, mutlak monarşi bürokrasilerinin güçlenmesi gibi olgularla atılmış olmakla birlikte, milliyetçilikle ve ulus-devletle birlikte yaygınlaştı, ideolojik öncelik halini aldı. Yani, birçok şeyin var olma biçimini bozan milliyetçilik, dillere de musallat oldu. Milliyetçilikle birlikte diller birbirini dışlayan kategoriler ve tecrübeler haline geldi. Belli bir yer ve zamanda yeterince güçlü olan bir millet kendi ulus-devletini kurar ve onun vasıtasıyla kendi dilini de diğerlerine kabul ettirmeye çalışır oldu. Bu noktada, ‘diğerleri’ dediklerimize temel olarak iki seçenek kalıyordu: asimilasyona razı olmak veya direnmek. Velhasıl, uzunca bir süredir, dil söz konusu olduğunda, kültürel olan ile siyasi olanı birbirinden ayırmak çok kolay değil.

Türkiye’de de farklı olmadı. Türk ulus-devleti olarak kurulan cumhuriyetle birlikte, Türkçenin dışındaki diller çeşitli yollarla baskı altına alınmaya, silinmeye çalışıldı. Hristiyanların ve Musevilerin durumunu bir tarafa koyarsak, bu noktada da Kürtler direndiği için Kürtçe de direnmiş oldu. Asimilasyona karşı, garantili değil ama en önemli uygulama anadilinde eğitim olduğu için, onlar da bunu talep ettiler ve ediyorlar. Yavaş ve bedeli yüksek olmakla birlikte, ilerleme de kaydediyorlar. Hükümet geçen sene açıkladığı demokratikleşme paketinde, özel okullarda anadilinde eğitimin önünü açtığını duyurdu, daha sonra bundan kastın liseler olduğu anlaşıldı. Bu noktada, anadilinde eğitimin iki boyutu var: hangi seviyede verileceği ve okulların statüsü. Birincisinden başlayacak olursak, lisede anadilinde eğitim kötü bir şaka değilse, ancak oksimoron olabilir. Anadilinde eğitimin birincil maksadı, çocuğa fiziği, kimyayı Kürtçe öğretmek değildir, hatta basitçe Kürtçe okuma-yazma öğretmek bile değildir. Çocuğun kendi anadilinde eğitim görmesi demek, entelektüel varoluşunu o dil üstüne kurabilmesi, dil, tecrübe ve düşünce uyumunu sağlayabilmesi demektir. Dolayısıyla, ilkokul, hatta okul öncesinden başlarsa anlamlıdır. İkinci boyut olan, anadilinde eğitim verecek okulların statüsü, yani devlet okullarında mı yoksa sadece özel okullarda mı verileceği meselesi daha karmaşık. Örneğin, bir an için devletin gerekli hukuki altyapıyı kurarak, ilkokuldan başlamak üzere, anadilinde eğitimi özel okullarda serbest bıraktığını düşünelim; Kürt toplumunun ve siyasi hareketinin buna tepkisi nasıl olur? Bunu yeterli görürler mi, “Yetmez ama evet” mi derler, yoksa külliyen red mi ederler? Reddederlerse, gerekçeleri pedagojik, finansal veya pratik (“Bu özel ellerin altından kalkacağı bir iş değil” diyerek mesela) mi olur, yoksa Kürtçe anadilinde eğitimin kamu okullarında verilmesinin getireceği siyasi-sembolik implikasyonlardan vazgeçmek istemeyecekleri için mi reddederler? Çünkü bunun, egemenliğin eşit ortağı (‘kurucu unsur’) olma anlamına gelebilecek sonuçları vardır. Tabii, dil ve kimlik meselelerini siyasallaştırmanın kategorik bir gayrimeşruiyeti –veya meşruiyeti– yok. Mühim olan, bağlam, şartlar ve tabii ki yöntemdir. Zaten dili siyasallaştıran en başta ulus-devlet olduğu için, dil mücadelesinin siyasallaşmasında da şaşıracak bir şey yok. Belki de esas gerekli olan, dilleri ulus öncesine yani çocukluk çağlarına döndürebilmek, tabii mümkünse.