KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Soykırım ve gol

Soru sormak bir sanattır. Karşındakinden neyi öğrenmeyi göze aldığını gösterir. Ve bazen verilen yanıt, sadece sorunun karşılığı olmaktan çok daha fazlasını anlatır. Cansu Çamlıbel’in 10 Kasım tarihli Hürriyet’te yayımlanan Büyükelçi Altay Cengizerle yaptığı söyleşi isabetli sorularıyla görüşülen kişiden sadece yanıt değil, bir anlayış aktarabilmeyi başarmış.

Halen Bakanlığın Siyaset Planlama Genel Müdürü olarak görev yapan Altay Cengizer, yüksek lisans yaptığıı tarih alanına tutkuyla bağlı bir isim. ‘Adil Hafızanın Işığında’ isimli son kitabında röportajdan anladığımız üzere  Osmanlı İmparatorluğu’nu  I. Dünya Savaşı’na götüren süreçleri ele almış. Sorular Büyükelçi’nin Ermeni Meselesi’ne yaklaşımını da ibretlik bir tablo olarak sunuyor.

Jön Türkler zamanında Rusya-İngiliz antantıyla birlikte bütün Avrupa’nın siyasi sahnesinin değiştiğini belirten Büyükelçi, zorlayıcı ittifaklar arasında hareketin  Almanya’ya mahkûm kaldığını ifade ediyor. Jön Türklerin İslamcı ve Türkçü bir çizgiye kaydıkları savını büyük bir yalan olarak tanımlayan  Büyükelçi, “İngiltere’nin emperyalist yayılmacılığını saklayan, Osmanlı’ya hiçbir söz hakkı vermeyen liberal emperyalist anlatı, bugün de devam ediyor maalesef” görüşünde.

Jön Türkler başta Ermeni unsurunu toparlanma, kendine gelme sürecinde başrol oynayacak unsur olarak görmüş. Büyükelçinin tarih algısında süreç şöyle gelişiyor: “Maalesef Ermeniler, Osmanlı imparatorluğu içinde geleceklerine sahip çıkmak yerine çok mitolojik bir Ermenistan fikrine sarılınca hepimizin başına çok büyük belalar geldi.”

Bu anlatıda olayların sırası, sebep-sonuç ilişkisi ters yüz olmuş durumda. Ağır vergiler ve aşiretlerin saldırılardan yılan ve kendilerini savunmaya çalışan Ermenilere yönelik 1890’lardan itibaren başlayan katliamlar buhar olup uçmuş. Keza tehcir de büyük üzüntüyle verilen bir güvenlik önlemi olarak tarif edilmiş. Rusların Erzurum’a kadar girmesinden hareketle “Yani bir şekilde [Ermenileri] cephe gerisine çekmek zorundaydık. Biz 1914’te elektriği, suyu olmayan, her üç ordusu da son derece sıkışık bir vaziyette varlık mücadelesi veren bir ülkenin en önemli bir unsurunun liderliğinin başkaldırdığını ve önemli sonuçlar almaya başladığını görüyoruz” diyor Büyükelçi.

Bir devletin kendi vatandaşı olan bir halkı Rusların geldiği bölge dışında çoluk çocuk kadın yaşlı demeksizin aç susuz Der Zor çölünün ölüm yollarına sürmesi ve çeteleri üzerine salıp yol boyu en vahşi biçimde katlettirmesi, bilmem ki ‘cephe gerisine çekmek’ diye mi tanımlanır.

Büyükelçi 1915’i kıtal diye tanımlarken soykırıma uğramış bir Yahudi ile kıtale uğramış bir Ermeni arasında bir fark olmadığını ancak jenositin siyasi bir kavram olduğunu, özür dilenebileceğini fakat bunun soykırım için olmayacağını ifade ediyor. Ortada özür dilenecek bir hakikat varken onun adlandırılış biçimi üzerinden siyasi hamleler yapmak acıklı bir çelişki. Hele de hiyerarşik acılar olmadığı ve özür dilenmesi gereken bir zulüm olduğu açıkça söylenirken…

Sonra 1915’in soykırım olamayacağı iddiası çerçevesinde Çengizer öyle bir benzetme yapıyor ki, yaklaşımının içerisindeki bir gıdım insani boyut da uçup gidiyor.  “Ben Ermeni olsaydım, şimdiye kadar ne dediysem onu söylemeye devam ederdim. Çünkü 100. yıl bir nevi penaltı. Biz penaltıya itiraz ediyoruz. Ama o penaltı şansını deneyecek. 100. yılı kendi lehine verilmiş bir penaltı olarak görüyor ve bunu kullanmaya çalışacak. Burada en büyük sıkıntımız Ermeni anlatımının ahlaki üstünlük sağladığı inancının doğmuş olması –ki aslında böyle değil. Ermeniler bugün bunda ısrar ediyor, çünkü benim gördüğüm hedefleri 2015’te Türkleri altından kalkamayacakları bir geçmişle baş başa bırakmak.”

Böyle işte. Parça parça dünyaya dağılmış koca bir halk yüz senedir sabah akşam yemiyor içmiyor Türklere karşı ortak bir travmatik geçmiş tahayyül ediyor ve mezarı bile olmayan canlarının hatırasını ‘penaltı’ niyetine kullanıyor.

Birden gazeteci Robert Fisk’in, Suriye’nin Der-Zor kentinde, soykırım kurbanlarını anmak için kurulan ve geçen Eylül ayında El Nusra örgütü tarafından yıkılan kiliseyle ilgili yazısı geliyor aklıma. Yüzlerce soykırım kurbanının kemiklerinin ve 1841’e dek uzanan büyük bir arşivin de yok olduğu kilisenin rahibi Petrus Tezibaşıyan  da 1915’te öldürülerek naaşı Fırat nehrine atılmış.

Soykırım kurbanlarına adanmış bir kilisenin yüz yıl sonra yok edilmesi, bize sadece ölenlerle değil ortadan kaldırılan hayat ihtimalleri ile de soyun kırıldığına delalet eden bu korkunç döngü hakkında bir şeyler gösteriyor olmalı. Ben burada penaltılık bir durum göremiyorum. Çünkü soykırım üzerinden gol atılabileceği gibi bir çiğliğe gönül indirilmeyeceğine inanmak istiyorum. Aksi halde burada yaşamak da ölmek de zûl. Kendi içine kaydettiğin anılar ülkesinii alır gidersin ve hiç farketmez vardığın yer. O ki bir defa memleketini kaybetmişsin