Bu ‘Hasret’ hem yıkımı hem umudu anlatıyor

Ünlü müzisyen baba oğul Dinkjianların Diyarbakır ziyaretini anlatan Garod (Hasret) filmi, baba Onnik Dinkjian’ın Diyarbakır Ermeni şarkılarından oluşan albümüyle eşzamanlı olarak önümüzdeki hafta yayımlanıyor.

Onnik Dinkjian, Diyarbakırlı bir ailenin oğlu olarak Fransa’da doğdu, Amerika’da yaşadı. 75 yaşına gelene kadar, memleketim dediği Diyarbakır’ı hiç görmedi ama hayatı boyunca babasından dinlediği hikâyelerin kafasında çizdiği masal kentinin dilinde, Diyarbakır Ermenicesinde şarkılar söyledi. Önümüzdeki hafta Mira Records’tan çıkacak olan ve kayıtları Amerika ve İstanbul’da yapılan bir albüm, Onnik Dinkjian’ın sesinden Ermenice Diyarbakır şarkılarını yepyeni düzenlemelerle dinleyiciyle buluşturacak. 

Albümle aynı tarihlerde, daha önce çeşitli festivallerde izleyici ile buluşan ‘Garod’ belgeselinin DVD’si de piyasada olacak. Onur Günay ve Burcu Yıldız’ın yönetmenliğini yaptığı Garod’un hikâyesi, 2009 yılında Kardeş Türküler’in davetiyle gerçekleşen bir konsere dayanıyor. Kendisi de Diyarbakırlı bir Kürt olan Onur, Diyarbakır’dan uzakta büyümüş hemşerisi Onnik’in Diyarbakır yolculuğunu belgelerken kenti yeni bir gözle gördüğünü, memleketiyle daha köklü bir ilişki kurduğunu anlatıyor.

‘Garod’ Ermenicede hasret demek. Garod’un DVD’si vesilesiyle, Onnik Dinkjian’ın oğlu Ara ve Onur Günay’la sohbet ederken hasret sanki somut bir anlam kazanıyor, gelip masamıza ilişiveriyor. Kesilen bir uzuv gibi yerlerinden yurtlarından edilenlerin hasreti. Ancak Ara Dinkjian’ın halk müzisyenlerine has bilgeliği ve bitmez umudu da yanımızdan hiç ayrılmıyor. Onur Günay’ı Ara Dinkjian’la tanıştıran Ahmet Kaya şarkısı ‘Ağladıkça’da ete kemiğe bürünen bu umutla, müzik, Diyarbakır, kırgınlıklar ve hakikat inadı etrafında hasbıhal ettik.

Dinkjianlarla bir belgesel fikri nasıl ortaya çıktı?

Onur: Kardeş Türküler 2009’da Onnik ve Ara’yı bir konser için Diyarbakır’a davet ettiler.

Ara: Ondan beş yıl önce Diyarbakır’a gitmiştik ama Diyarbakır’da ilk sahneye çıkışımız öyle oldu.

Onur: Burcu Yıldız, Kardeş Türküler üyesiydi. Onlarla şarkı söylüyordu, bir yandan da Anadolu Ermeni müziği üzerine doktorasını yazıyordu. Kardeş Türküler ve Burcu’dan geldi fikir: Bu yolculuğu kaydetsek, onlara dönerken bir tür jest olarak hediye etsek. Neticede ta Amerika’dan gelip bizimle sahneye çıkıyorlar, borcumuzu biraz olsun ödemiş oluruz dediler. Onnik’le Diyarbakır’ı gezmeye başlayınca çok şaşırdım. Diyarbakır’a bir kez gelip birkaç gün kalmıştı ama ara sokaklarını, kiliseyi, hamamı, her şeyi Diyarbakır’da doğup büyümüş olan benden daha iyi biliyordu. Onnik’le karşılaşmam Diyarbakır Ermenileri denen şeyi benim için gerçek kıldı. El kamerasıyla Onnik’i izlemeye başladım. Sokakta yürüyüşünü, kilisede şarkı söylemesini… Onnik’in Surp Grigagos Kilisesi’ne gidişini çektik. Anne babasının orada evlendiğini, dayısıyla ilgili bir hikâyeyi biliyordu, ama kendi anıları değildi bunlar aslında. Sonra Süryani Kilisesi’nde, orada kalan son Ermenilerden olan Baydzar’la karşılaştıkları an yaşandı. Öyle inanılmazdı ki! Birbirini hiç tanımayan iki insanın bir araya gelmesi sanki bir kavuşma anı gibiydi. Hayatımda tanıklık ettiğim her şeyden çok başkaydı.

Konser bitip İstanbul’a dönünce çektiklerime bakmaya başladım. Niyetim kayıtları onlara verip bu meseleyi kapatmaktı. Ama tereddüt ettim. Sanki başlamış ama bitmemiş bir hikâye vardı. Birkaç arkadaşıma gösterdim. Bu film seni bulmuş, yapmak zorundasın dediler. Öyle başladık.

Film bir soykırım hikâyesi ya da bir Diyarbakır Ermenileri belgeseli değil. İzleyiciye bir şey anlatmadan, doğrudan Ara ve Onnik’in peşine takılıyor. Bu önemli bir karar...

Onur: Filmi ilk  yaptığımızda iki saat on dakikaydı. Bunu 52-53 dakikaya düşürdük. Başta 1915’ten başlayıp her şeyi anlatmak zorunda hissediyorduk. Ama bir seçim yapmamız lazımdı: Soykırımı mı, Dinkjian ailesinin tarihi üzerinden diasporada Ermeni müziğini mi anlatacağız? Bizim için asıl soru şuydu galiba: Her şeyi geride bırakıp gurbette yeniden başlayan insanlar için müziğin, dansın kendi hayatlarını yeniden inşa etmelerine nasıl bir katkısı olmuş? Florida’daki sahneler bana kalırsa Ermeni cemaatinin orada nasıl hayat bulduğunu anlatıyor. Sadece yıkımı değil bir taraftan da umudun nasıl yeşerdiğini... İki saatlik filmde iki film vardı: Bir soykırım belgeseli, bir de Dinkjian belgeseli gibi. En sonunda 52 dakikalık bir filmde karar kıldık. Mesele soykırım değildi.

Ara: Bence tarihi detaylar vermeme kararı yalnızca yönetmenlere ait değildi. Babamı ve beni doğru yansıtan bir seçimdi bu. Bu konserden beş yıl önce Diyarbakır’ı ilk kez gördüğümüzde büyük bir melankoli duymamıza karşın kızgın ya da üzgün değildik. İkimiz de hayatta kaldığımız, orada olduğumuz, atalarımızın oradaki yaşamlarını hayal edebildiğimiz için şükran doluyduk. Ortada bir öfke yoktu. Tarihimizin farkında olmadığımız anlamına gelmez bu, elbette her şeyin farkındayız. Ama soykırımdan nasıl bahsedersek bahsedelim geleceğe yönelik bir umudu kollamak zorundayız. Babam adına da konuşabilirim sanırım. Biz o korkunç olaylara odaklanması gereken kişiler değiliz. İkimiz de çok güzel hayatlar yaşadık, şükrediyoruz. Aslında Onur ve Burcu hayatlarımız ve müziğimiz dolayısıyla sahip olduğumuz ama hiç farkında olmadığımız bu sorumluluğun farkına varmamızı sağladılar. Bu yüzden bir sonraki nesil için şunu söyleyebilirim yalnızca: Elbette tarihi bilsinler. Çünkü hakikatten daha parlak bir şey yoktur. Hakikat çirkin bile olsa hakikatten daha güzel bir şey yoktur. Hakikat yegâne umudumuzdur. Mutlak hakikati hiç bulamayacağız biliyorum ama insanlığın hakikate ulaşmaya çalışması gerekir. Babam ve ben entelektüel kişiler değiliz. Bize halk müzisyenleri diyebilirsiniz. Ama bana kalırsa halk müziğinde büyük bir dürüstlük ve hakikat gizlidir.

Onnik Dinkjian’ın anne ve babası Garabet ve Zora Milliyan.

Onur: Bu son cümlelere itiraz edeceğim elbette. Belgeselin en büyük şansı, belkemiğinde iki büyük hikâye anlatıcısının olması. Ara’yla birlikteyken bazen büyük bir müzisyen olduğunu unutuyorum. Burcu da ben de bu belgeseli yaparken onlardan çok şey öğrendik. Ama yalnızca müzikleri, hayatları, tarihleri hakkında değil. Soykırım, Türkler, Ermeniler, Kürtler hakkında düşünceleri eğitti bizi. Büyük düşünürler olmadıklarına katılamam.

Ara: Ama folklor akademiden de, entelektüalizmden de farklı bir bilgiyi içerir.  Özellikle entelektüel değiliz dedim. Biz oradan gelmiyoruz.

İkiniz de Diyarbakırlısınız. Diyarbakır sizin için ne anlama geliyor diye soracağım.

Onur: Diyarbakır benim için nihayetinde ev demek. Ama oldum olası rahatsız bir ev oldu. Doksanlarda Kürdistan’da çocuk olmak diye bir hadise var. Ben 84 doğumluyum, çocukluğum doksanlara denk geldi. Elbette herkes aynı şekilde deneyimlemiyor savaşı. Benden çok daha ağır yaşayan o kadar çok insan tanıdım ki... Oyun oynadığımız yerlerde çatışma olması, gözümüzün önünde adam öldürülmesi normal bir hale gelmişti. Yine de rahatsız da olsa bir evim vardı. Liseyi yatılı okudum, üniversite için İstanbul’a geldim, dışarı çıkınca fark ettiği şeyler vardır ya insanın... Adana ve İstanbul’dan her Diyarbakır’a döndüğümde biraz daha Diyarbakırlı olmaya başladım. En çok dikkatimi çeken şu oldu: Soykırımla boşaltılan yerler, Gavur Mahallesi, Suriçi, doksanlarda yine savaşla zorunlu göçle yurtlarından edilmiş Kürtlerle dolduruldu. Benim aklıma da Diyarbakır denince Ofis, Dağkapı, Kayapınar gelmiyor, Bağlar bile gelmiyor. Benim için Diyarbakır hâlâ o eski Diyarbakır ve soykırımla boş kalan o evlerin yıllar sonra başka bir yıkımla, başka bir savaşla doldurulması Diyarbakır’ın en simgesel özelliği. Galiba Ara ve Onnik’le tanışınca biraz daha Diyarbakırlı oldum ben, daha köklü bir ilişki kurdum çünkü. Ondan öncesinde Surp Giragos’u biliyordum belki, ama Paşa Hamamı nerede, bilmiyordum. Paşa Hamamı’yla ilgili bir hikâyem yoktu. Şimdi ne zaman önünden geçsem Onnik’in babasından dinlediği hikâyelerle doluyor orası. Erkek çocuklarını kadınlar hamamına götüren Ermeni kadınları düşünüyorum. Komik, hayattan hikâyeler bunlar.

Ara: Amerika’da büyürken sanırım bütün arkadaşlarımız Ermeni’ydi. Her köyden, her kasabadan Ermeni vardı. Ben İngilizceyi 5 yaşında yuvaya gidince öğrendim, çünkü evde sadece Ermenice konuşulurdu. Bütün etkinliklerimiz, kiliseye gitmek, dansa, pikniğe gitmek, her şey Ermeniceydi. Ama o zaman bile Erzurum’dan, Van’dan, Harput’tan, Sivas’tan Ermeniler vardı benim için; bir de Dikranagerdliler (Diyarbakırlılar) vardı. Dikranagerdliler her açıdan diğerlerinden ayrılırdı. Bir kere konuştukları Ermenice bambaşkaydı. Çoğunu anlamazdım. Aklıma hep karikatür sözcüğü geliyor. Her hareketlerinde bir abartı, bir canlılık vardı. Yürümeleri, konuşmaları filan hep karikatürleştirilmiş gibiydi. Diğer Ermeniler onlara göre sanki daha sakin, daha normaldi. Bu beni hep büyülemişti. Babamınsa bir açma kapama düğmesine vardı sanki. Dikranagerdli olmayanların yanında normal Ermeniceyi konuşur, normal şekilde davranırdı. Ama yanında bir Dikranagerd Ermenisi varsa kendisinin karikatür versiyonuna dönüşürdü. Çok küçükken bile aradaki farkı çözmüştüm. Bunu kelimelere dökmek zor, Onur ve Burcu’nun filminde anlatmaya çalıştım ama on yıl önce ilk kez Diyarbakır’a gittiğimizde babamın yolculuğuna çıktığımızı hissettim. Babasının hikâyelerinin peşinden gidiyorduk. Dikranagerd’e bakmak yerine babama baktım ben de.

Garod belgeselinden Diyarbakır’ın son Ermenilileri’nden Baydzar ile birlikte.

Nasıl etkiledi bu yolculuk onu?

Ara: Hayali bir cennet üzerine bir masal okuduğunuzu düşünün. Hep aklınızdayken birden kendinizi orada bulduğunuzu düşünün. Şurası kesin: Babasının abartarak anlattığını düşündüğü şeylerin abartı olmadığını fark etti. Benim için de anlatması zor ama hep hayatımızın en önemli yolculuğu olarak kalacak. Kim olduğumuz hakkında bildiğimiz her şeyin doğru olduğunu gösterdi bu yolculuk. Bunlar olumlu taraflar. Ama olumsuz bir histen de söz etmem lazım. Şükran dolu olduğumuzu, bir an bile üzüntü, kızgınlık duymadığımızı söyledim. Yine de bir anlığına, “ampütasyon” (Vücut organlarından birinin kesilerek alınması) lafı asılı kaldı zihnimde. Biz oradayız, kilise orada, bak orada yoğurt, orada bir keçi var... Ama eksik bir şey var. Bunu hiç konuşmadık ama çok derinde hissettiğimizi biliyorum. Eksik olan biziz. Sonra sanki tekrar terk eder gibi bıraktık orayı. Burada bir şey eksik diye yineledim içimden. O kadarcık bir kırıklık işte.

Onur: Çok inanılmaz iki-üç gün geçirdik. Gezerken Onnik soykırımdan kurtulanların anlattığı hikâyeleri anlatıyordu. Ben Onnik’i yeni tanımama rağmen çok rahattı benim yanımda. Kamera da yokmuş gibi davranıyordu. Birdenbire şunu dedi: “Onur bak, soykırım olmasaydı biz seninle komşu olabilirdik, dost olabilirdik, akraba olabilirdik ama benim seni bulmak için seksen sene beklemem gerekti.” Onnik ve Onur aslında şanslı insanlar, bir şekilde yine de birbirini buldular. O kayıp duygusu benim çok tarif edebileceğim bir şey değil, insanın içinde hissettiği bir taş.

Ama Diyarbakırlı olmak başka bir şey. Ermeniler arasında Diyarbakırlılar nasıl abartılı, ayrı bir grupsa, Kürtler arasında da aynı öyledir ve onlar birbirini anlar. Normali de o herhalde, Diyarbakırlı Kürt elbette Doğubeyazıtlı Kürt’e değil Diyarbakırlı Ermeni’ye benzer. İşin tarihini, sosyolojisini bilemeyeceğim ama Diyarbakırlı Kürtler, de Türkler de, Ermeniler de biraz karikatürdür.

Garod belgeselinden; Surp Giragos Kilisesi mihrabı önünde.

Diaspora bizim buralarda sert bir sözcük. Bir tür günah keçisi. Hep olumlu şeyler anlattınız siz oysa...

Ara: Benim tanıdığım Amerikalı Ermenilerin çoğu bu hac yolculuğuna çıkmadılar. Çıksalar ne hissedeceklerini elbette bilemeyiz. Ama insanlarla bir araya gelmenin, yemek yemenin, birlikte içmenin, sohbet etmenin yerini hiçbir şey tutmaz. Sevimsiz bir şey duymak isterseniz anlatayım: On sene önce yaptığımız o ilk yolculuk Antep’ten Ani’ye kadardı. İki-üç hafta boyunca anne tarafımdan da baba tarafımdan da atalarımızın yaşadığı bütün köyleri gezdik. Birden şunu fark ettim: O korkunç olaylar yaşanmamış olsa ben orada yaşıyor olacaktım. Harput dağlarında küçük bir köy vardı, anneannemin köyü. Panaromik bir görüntü hatırlıyorum, dağlar, bahçeler ve nehir, her şey içindeydi o resmin. Başka neye ihtiyacınız var ki hayatta? Oradan kovulmamış, katledilmemiş olsalardı, ben de orada yaşayacaktım. Biz Diyarbakır’da olacaktık, her şey yerli yerinde olacaktı. Hayatlarımız eksiksiz olacaktı. İşin zor kısmı bu işte. Başka Ermenilerde neyin öfkesi var bilmiyorum ama bende bu eksiklik duygusu var.

Neden Garod oldu filmin adı?

Onur: Filmi yapmaya başladığımızda Burcu doktora tezini yazıyordu. Onnik tezinin önemli bir parçasıydı. Daha profesyonel bir ilişkisi vardı. Filmin müziklerini seçerken de o biraz profesyonel baktı. Ben daha az bildiğimden izleyici gibi düşünebiliyordum. Garod’u filme dahil etmeye karar verdiğimizde kelime anlamını bilmiyordum. Çok etkileyici bir şarkıydı Garod. Ayrıca Ara mezuniyetinde çalmış, babası gidip söylemiş, biliyoruz. Kurguyu konuşurken Garod’la başlayıp Garod’la bitsin mi diye sordum. Sonra bir gün anlamını sormayı akıl ettim. Hasret dediler. Anlattığımız eni sonu bir hasret hikayesiydi işte...

Müziğimize bakıp ‘Hiç Anadolu’dan çıkmamış gibisiniz!’ demeleri doğru değil, Amerikalı bir Ermeni nasıl müzik yaparsa onu yapıyoruz 

Nasıl bir müziğiniz var sizin? Kökleri nerede?

Ara: Hakikatin değerinden ve zorluğundan bahsettim. Ama o arayışın çok değerli olduğunu düşünüyorum. Müzik konusunda da olabildiğimce dürüst olmaya çalışıyorum. Parayı, popülerliği, seksi düşünmüyorum mesela... Sonuçta bir dinleyici varsa ne mutlu, yoksa da, sen doğru olduğuna inandığın şeye sadık kaldığın sürece sorun yok. Karının, babanın, dinleyicinin, diğer müzisyenlerin değil senin doğru olduğuna inandığın şeye sadık kalmalısın. Benim dürüst olabilmem için elbette kültürel geçmişimi işin içine katmam gerekiyor. Ermeni’yim ben. Müziğin bir yerinde bunun bir izi olmalı. Yüzde iki ya da yüzde on. Ama ben New Jerseyli bir Amerikalıyım, bunu inkâr etmek de sahtekarlık olur. Yüzde iki ya da yüzde 98. Neyse... Ama teknik olarak böyle.

Batı’nın müziğe katkısı armonidir, doğununki de melodi. Doğu müziğimizde makamlar vardır. Soru şu: Doğu ile batıyı nasıl evlendirirsiniz? Çatışması gereken iki şeyi nasıl bir araya getirirsiniz? Benim yolculuğum bu oldu, ilginç bulduğum için filan değil, ben kendim bu öğelerden oluştuğum için. Mecburen. Amerika’da yaşayan bir Ermeni olduğum için.

Onnik ve Ara Dinkjian

Amerika kendisi bilmiyor olabilir ama dünyanın geri kalanı Amerikan dış politikasının günahlarını biliyor. Yine de Amerika’da iyi şeyler olduğunu kabul etmek lazım. En iyisi de herhalde şu: Yapmak istediğinde özgürsün. Beni doğu ve batıyı harmanlamaktan caydıracak bir müzik eğitimi yoktu. Başarılı olacaksın diye bir şey yok ama istersen yaparsın. Ben de yaptım. Babamın da aynı şeyi yaptığını görüyorum. Amerika’da yaşıyor ve çocukluğundan gelen şarkıları söylüyor. Bunun başka yerlerde yarattığı etkiyi çok da bilmiyoruz aslında. Biz çalıp söylüyoruz, biri bir kayıt yapıyor. O kayıt Fransa’ya, Beyrut’a İstanbul’a gidiyor. Üstünde “Anadolu Ermeni şarkıları” yazan isimsiz bir kasetten Kardeş Türküler bu şarkıları öğreniyor. Sonrası malum. Benzer bir şey Night Ark grubuyla bana da oldu. Bizim elimizden çıkan bu şarkılar umulmadık yeni kapılar açtı. Babamın müziği de benim müziğim de farklı geleneklerin evliliğidir, hiç Anadolu’dan çıkmamış gibisiniz denmesine katılmam o yüzden. Amerikalı bir Ermeni nasıl müzik yaparsa onu yapıyoruz

Aldığınız tepkiler sizi nasıl etkiliyor peki?

Ara: Sahte bir mütevazılık göstermeyeceğim. Bir süredir benim müziğimden keyif alan insanlara bakıp keyifleniyorum ben de. Kendi kendime “Ara bak, herkes senin şarkılarını söylüyor” deyip duruyorum. Hâlâ şoktayım sanki, inanamıyorum. Bunun gerçek olduğunu düşünmüyorum ama, eve gidince gururla bulaşıklarımı yıkıyorum yine. Dünyanın geri kalanındaki tanınırlığa yaşadığım yerde sahip değilim, o yüzden evde bulaşıkları yıkayan Ara’nın gerçek, o konserlerin birer düş olduğuna karar verdim. Bazen seyahat ettiğim hayal âlemleri var.

Ülkeden ülkeye dinleyiciler arasında nasıl bir fark var?

Ara: Aslında pek yok. Dünyanın her yerindeki insanlar seni dinlediğini gösterince dünya bir parça küçülüyor ve ısınıyor sanki. Türk olsun, Yunan olsun, Yahudi olsun... Hep bir tür umut demek dinleyici. Dinleyenin kim olduğu önemli olmamalı zaten. Vaaz vermeye başladım ama ortak yanlarımızı bulmamız lazım. Farklarımızı görmezden gelelim demiyorum ama birbirimizi öldüreceğimize kutlayalım o farkları. Müzik de ortaklıkları öne çıkarmıştır hep. Tarihî ve güncel düşmanlarımız birbirlerini öldürürken hep aynı şarkıları söylediler. Çok tuhaf bir şey bu. Müzisyenliğin bir zamanlar çok alt sınıfta görülen bir şey olduğunu biliyorum ama ben ciddiye alınmayacağımı düşündüğüm zamanlarda bile hiç utanmadım müzisyen olduğumu söylemeye. O da bu yüzdendi: Müzisyenler olmasa daha az ortak yanımız olacaktı bugün.

Aynı şarkıları söyleyerek öldürmeye devam ediyorlar ama. Özellikle Ortadoğu’da. Depresif bir şey değil mi bu?

Ara: Sadece Ortadoğu’da değil, her yerde aynı. Şurada birbirlerinin kafasını koparan birileri var, bir de biz varız ve aynı türe aitiz. Bunu anlamakta güçlük çekiyorum, hangisi gerçek insan? Biz mi, onlar mı? 56 yaşındayım ve kafamın daha karışık olduğu bir zaman hatırlamıyorum, buna verecek bir yanıtım yok. Böyle işte..

Ara büyüyor, Onnik ise hep genç.

Söyleşinin sonuna geldik o zaman, yerimiz sınırlı...

Saçmalama, iyimser bir yerde bırakmamız lazım!

Bir soru daha o zaman. Kardeş Türküler’le çalışmak ne demek sizin için?

Ara: Evet, çok iyimser bir konu buldun. Gençken hiçbir politik görüşümü belli etmek istemezdim. Aslında politik görüşlerim yoktu da pek. Yaşlandıkça insan inandığı şeylerle ilgili bir konum alması gerektiğini anlıyor. Ve neye inanırsan inan illa birileri alınacak. Ama Kardeş Türküler’in mesajı hep inandığım bir mesajdı. O yüzden onlarla bir şekilde ilişkili olmaktan gurur duyuyorum. Çok basit bir mesajdı bu: Benim “güzel bir hakikat” dediğim şeyin kabulünden ibaret.

Onur: Trajedinin ağırlığı tartışılmaz. Ama Dinkjian ailesine bakınca ilk göze çarpan şey müzikal zenginlik. Onnik’in ailesi Diyarbakır’ı bırakıp Fransa’ya, Amerika’ya gitmişler. Bu durakların hepsi müzikal zenginliğe dönüşmüş. Kilisede ya da bir düğünde buluşunca görüyor insan: Sivas’tan, Adana’dan, İstanbul’dan gelenlerin hepsi kendi danslarını çalıp oynamaya başlıyorlar.

Ara: 500 Ermeni’nin 20 farklı köyün dansını yaptığını görüyorsunuz. Hepsi Sivaslı değil ama arkadaşlarından Sivas danslarını öğrenmişler. Bir bakıyorsunuz 500 kişi Sivas dansı yapıyor, 500 kişi Erzurum barına başlıyor, Diyarbakır halayı çekiyor.

Onur: Amerika’daki ilk gösterimde Ara’nın bir arkadaşı yanıma gelip neden bu belgesele dahil oldun diye sordu bana. Neden “Bunu yapmam lazım” dedin? Hiç düşünmemiştim. Ara’yı Ağladıkça’dan bildiğimi hatırladım. Ahmet Kaya’nın Şarkılarım Dağlara albümü 93’te çıktı. Kürt-Türk savaşının en kötü zamanıydı. Gidip kaseti aldık ama teybimiz yoktu. Evde kasetleri tutamıyorduk. Arabaya gidip dinlemeye başladım. Akü bitene kadar... Ağladıkça’yı dinlediğimizde inanılmaz bir umutla dolduğumuzu hatırlıyorum o zamanlar. Bugün neden Ara Dinkjian’ın peşine düştün derseniz, galiba hâlâ Ağladıkça’nın büyüsü üzerimde. Kardeş Türküler’in Onnik Dinkjian’ın şarkılarını yorumlaması da benzer bir umut kaynağı. Bu insanlar bu şarkıları 100 yıllık bir trajedinin arkasından keşfettiler. Ara’nın dediğine katılsam da, yani elbette dinleyicinin etnik kimliği önemli değil, ama sanki Türkiye’de çalınması başka bir şey bu şarkıların.

Ara: Diyarbakır’da Newroz’da çaldılar. Bir milyon insan söyledi, gördüm. (Gülüyor) Tamam, ufak bir fark olduğunu kabul ettim. Bu röportajı bitirmek için doğru bir an. Bir milyon ağız! Bundan daha umutlu ne olabilir ki?



Yazar Hakkında

1983 Kırklareli doğumlu. Agos kültür-sanat editörü; müzik ve sinema haberleri yapıyor.