Bir oda dolusu işinin ehli davulcu

Berke Can Özcan’ın ‘Big Beats Big Times’ projesi, çeşitli müzik türlerinde usta davulcuları bir araya getiriyor ve ortaya vurmalı çalgılar ekseninde oluşan güzel bir albüm çıkıyor.

Şans eseri Big Beats Big Times’ın albümüne denk gelirseniz, duyduğunuz müzikte İskandinav cazı kökenli müzisyenlerin, yeni albümlerinde post rock sularına kaymaya meylettiklerini düşünebilirsiniz. Evet o taraflardan da bir çok müzisyen var bu albümde; ancak bu projenin sahibi, fikir eri, bestecisi ve her şeyi Türkiyeli davulcu Berke Can Özcan. İlk olarak ülkede dağılmalarına en çok karalar bağladığım Tamburada sayesinde dikkate takılan bu müzisyen, sonraları Türkiye alternatif müzik sahnesinde köklü yer edinen 123 ve DANdAdADAN gibi oluşumların da bir parçası. Big Beats Big Times ise davulcunun, dünyanın her yerinden onu etkileyen davulcularla yaptığı işbirliğinden ortaya çıkan bir albüm. Berke bu albüm için Arto Tunçboyacıyan’dan, Red Hot Chilly Peppers’ın davulcusu Jack Irons’a uzanan usta isimlerle çalışmış. Bu oluşumu bir de Berke Can Özcan’ın ağzından dinleyelim. 

Bu albüm için dünyanın çeşitli yerlerinden, günümüz müziğinde iz bırakan, kendine özgü dilini oluşturmuş davulcularla iş birliği yaptın. Mesela John Zorn ile çalışan Kenny Wollesen ya da Nils Petter-Molvaer’le çalışmalarından tanıdığımız Erland Dahlen. Daha nice parlak müzisyen.  Big Beats Big Times projesinin ortaya çıkışından ve gelişme sürecinden bahseder misin?

Kenny Wollesen herşeyi başlatan kişiydi diyebilirim, ilham kaynağım oldu hep. Sonra onunla tanışıp arkadaş olma şansına eriştim ve bu durum hayata bakışımı derinlemesine değiştirdi. Açık Radyo için kendisiyle bir röportaj yapıyordum bundan 4 yıl evvel. Bana New York'ta bir keresinde dahil olduğu ilginç bir projeden bahsetti. Saatler boyu süren bir doğaçlama: sololar düet'lere dönüşüyor ve oradan tekrar sololara dönüyor. Müzisyenler sahneyi 10-15 dakikalık performanslarla adeta geziyorlar ve geçişlerle birbirlerine bırakıyorlar, biri diğerinin ardından, herkes bir önceki konuyu alıyor kendi istediği yere götürüyor. Bu fikir çok hoşuma gitti. Derken Kenny ile davulcular hakkında konuşmaya başladık. Biz de davulcu olduğumuz için aslen davulcularla yeterince aynı sahneleri ve müzikal projeleri pek paylaşamıyorduk, çok davullu projeler az var ortalıkta. Lojistik olarak da kafa şişkinliği olarak da kolay değil çok davulcuyu aynı odaya toplamak. Bu duruma başka bir yerden bakmak istedim ben de. Çok davulcu var bana ilham vermiş olan. Cesaretimi topladım ve internet üzerinden onlara yazmaya başladım. Bana sevdikleri bir müziğin üzerine çalarmışçasına ama boşluğa çalınmış birer davul kaydı göndermelerini, benim o kayıtların üzerine müzik yazacağımı ve kendilerinin müziğin geldiği son noktayla ilgili olarak onaylarını alacağımı söyledim. İlk parçayı Kenny ile benim eski stüdyomda hazırlamıştık zaten. Bu parçanın da bir demosunu yazıştığım davulculara gönderdim ilişikte, herkes "Evet, varım!" dedi tek tek. Aslen sadece Kenny Wollesen, Erland Dahlen ve Arto Tunçboyacıyan'la birebir kendi stüdyomda çalıştım. Onları kaydettim, geriye kalanlar kendi kayıtlarını yapıp internet üzerinden gönderdiler. Bu şekilde, herkesin ve kendi yoğunluğumun karmaşasında 3 sene sürdü bütün parçaları bitirmem.

Senin bir davulcu olarak kendine özgü stilini oluşturmana ilham olan müzisyenlerle işbirliği yapmış olmak nasıl bir his? Birçok müzisyenin hayalini deneyimlemiş sayılırsın. 

Evet bir hayal gibiydi diyebilirim ama içine girdikçe de çok doğal geldi. Davulcuların kendi dünyaları var ve de sanırım davul kişinin karakterini çok şeffafça gösterebilen bir enstrüman. Yani onu nasıl çaldığın kim olduğunla ilgili çok iyi fikir veriyor. Bu eminim başka enstrümanlar için de geçerlidir ama ben tabii ki daha çok davul dünyasındayım. Gördüm ki birlikte çalıştığım insanlar da ilham alışverişinin peşindeler. Bir anlamda bunca zaman bana ilham verdiler çalışmadan önce, sonra kayıtlarını gönderip bir kez daha ilham verdiler, ben de onlara. Bir döngü bu. Sürekli öğreniyoruz, kulaklarımızla bakabildikçe. 

Davul ya da perküsyon çalgılarının müziğin yaratımı sürecinde şekillendirici rolü üstlenmesi hakkında ne düşünüyorsun? Besteleme sürecinde artı ve eksileri neydi?

Davullar ve ziller ses aralığı açısından çok geniş bir yelpaze gibiler. Bu enstrümanların havayı nasıl titreştirebildiklerini dikkatlice dinlersen üzerine daha eklenebilecek sesler hakkında fikir sahibi olabiliyorsun. Davulcular aslında anlık kompozitörler, bir şarkının başından sonuna enerji tasarrufunu kontrol etmek ya da duygu yoğunluğuna karar vermek gibi hassas ve önemli detaylar davulcunun tavrı sayesinde gün yüzüne çıkabiliyor en çok. Bir şarkıyı iki ayrı davulcudan dinlediğinizde davulcuların da gerçek birer besteci olduğunu gözlemlemeniz kolaylaşır. Bu durumla ilgili farkındalığım üzerinde son yıllarda çok titizleşiyorum. O yüzden besteleme süreci eksilerden değil hep artılardan oluştu benim için, kendi yaratmakta olduğun müziğin eksikliklerini ya da fazlalıklarını ona gerçekten kulak verdiğin sürece görebiliyorsun.

Albümde hemen hemen tüm beste ve düzenlemelerde parmağın var. Dinlediğimde dikkatimi çeken ve belki de beni en çok büyüleyen, her parçada iş birliği yaptığın müzisyenin izlerinin bir bütünlükle Berke Can Özcan’ın süzgecinden geçmiş olması. Albümdeki bir kaç parçanın yaratım sürecinden bahsedebilir misin? 

 “You Don't See Me”de çalan Blair Sinta, Alanis Morrissette’in eski davulcusu. Los Angeles'taki kendi ev stüdyosunda beni uçuran bir davul kompozisyonu kaydetti. O zamanlar durmadan Nicolas Jaar'ın bir parçasını dinliyordum, bu parçanın aklımdaki izleriyle auto-harp çalarak ansızın bulduğum melodi parçanın merkezi oldu. Sonra üst üste bir sürü perküsyon ekledim ve sıra Burak Irmak'la synth kayıtlarına geldi. 123'ten ve daha sayısız projeden bir ömürlük müzik kardeşim Burak'ın eli bu albümde hemen hemen her parçaya değdi. Sonra da Norveç'li trompetçi dostum Gunnar Halle parçaya son nefesi verdi. “Not Mine”ın hikayesi en karmaşık olanı. Pearl Jam'in en sevdiğim iki albümü olan No Code ve Yield'daki davulcu Jack Irons kendi ilk solo albümünde Eddie Vedder'la birlikte Pink Floyd'un “Shine On You Crazy Diamond”unu cover'lamıştı. Bu cover'daki davullar çok can alıcıdır. Bir solo konserinde bu parçayı çalmış ve kaydettiği davul kanallarını bana gönderdi. Ve benden bu davullarla bambaşka bir şarkı yapmamı istedi, ben de daha önce 123 için yapmaya başladığım, -o zamanlar şarkının adı "Lady Bug" idi- bir temayı Jack Irons'un gönderdiği davul kompozisyonun üzerine adapte edip geliştirdim. Pink Floyd etkisinden çıkmak en zorlayıcı nokta oldu. Sözlerini de yazmıştım şarkının ve Jack'in söylemesini istiyordum aslında. Ama o 123'ü araştırmış ve "Neden sizin grubun solisti söylemesin?" fikriyle geldi bana. Dilara Sakpınar'ın güzel sesi bu şekilde albümde yerini buldu. “Maya”, İlhan Erşahin'in deyimiyle bir tür büyücü olan Arto Tunçboyacıyan'ın ev stüdyoma ziyaretinde kaydettiği birçok kanaldan sonraları edit'leyerek yaptığım bir parça. En sevdiğim basçım Feryin Kaya bu parçaya gizemini veren elektro gitarları ve son bölümde işleri değiştiren gevrek bası çaldı. Bu parçada Steve Hubback'ın İzlanda'da ürettiği ve "ses heykelleri" olarak adlandırdığı gong'ları duyabilirsiniz.  “Writer's Block” benin için albümün en garip parçası çünkü Jonh J. Holden'a ait. Adı Pearl Jam'in Binaural albümünden geliyor. Binaural biter ve boşluktan sonra daktilo sesleri duyulur. Matematiksel bir kod üzerinden giderek boşlukları kodda verilen ritimlerle doldurarak ve neye benzeyeceğini tam olarak duyamadan kağıt üzerinde bir örgü yarattık. Bu parçadaki konuşma 2006'da kaybettiğimiz perküsyoncu Don Alias'a ait ve aslında konuyu özetliyor: "Perküsyon kalp atışınız gibidir ve bildiğiniz gibi kalbiniz olmadan yaşayamazsınız, tamam mı?".

Albümün ismi neden Full Moon Theory?

Dolunayın her daim üzerimde etkisi olduğu için. Bu albüm üzerinde çalışmak için kendimle baş başa kaldığım geceler neredeyse hep dolunaya denk geldiği için. Tabii bir noktadan sonra fark ettim ki, kendimi koşullamaya da başlamışım. Dolunay takvimi indirmişim telefonuma ve hesap yapıyorum: "İki gece sonra yalnız kalıp müziğin başına oturmalı ve ne olursa olsun fikirlerimi kaydetmeliyim" diye. Bir çeşit törene döndü yani benim için dolunaylar artık. Teorim oldu dolunayın yaratıcı yönüme iyi geliyor oluşu.

Çağımızda gelişen teknolojilerin müziğin üretim ve tüketim yöntemlerini başkalaştırması ile ilgili ne düşünüyorsun? Mesela albümünü Spotify’dan dinleyebiliyor ve iTunes’dan satın alabiliyoruz. Ya da bu projenin gerçeğe dönüşmesinde internetin etkisi büyük. Sence teknolojilerle her şeye kolay erişim bir şeylerin değerini azaltıyor mu, yoksa olasılıkları mı arttırıyor?

Analog beyinler için bir şey değişmiyor bence, yani bir albümü CD'den dinlemek için işi gücü bırakıp başlat tuşuna basıp gözlerini kapayan ve sonuna kadar dinleme keyfi olan biriysen bunu Spotify'da da yapabilirsin. Kendimize nasıl davrandığımız gerçeğini değiştirmiyor teknolojinin gelişiyor olması aslında. Sevdiğin bir grubun yeni albümünü beklemek hala bir heyecan konusuysa senin için bu albümü ilk hangi platformda dinlediğin değil nasıl dinlediğin önemli yani. Öte yandan Facebook gibi bir şeyin varlığı sevdiğin insanlara erişmeni kolaylaştırıyorsa, bunu müzik yapma şeklini kolaylaştırmak için kullanmak da kaçınılmaz bir şey. Evet dünya ya küçülüyor böyle yakınlaşıyor ya da yalnızlaşıyor ve uzaklaşıyor, seçim bizim. 

Türkiye’den seni etkileyen müzisyenlerden bahsedelim mi?

Beraber halen çalışmakta olduğum isimleri değil de diğerlerini sıralamaya çalışacağım: Serdar Ateşer, Okay Temiz, Hakan Kurşun, Can Güngör, Gevende, Ayyuka, Bir Gün Bir Adam, nekizm, Cihan Mürtezaoğlu, sa.ne.na, Ah! Kosmos, Selim Saraçoğlu, The Ringo Jets, Alpman and the Midnight Walkers, Bülent Ortaçgil, Kes, Nekropsi, Duman, Erkan Oğur...

Senin müziğine baktığımda sanki Norveç’in bir kasabasında doğmuşsun gibi bir müzikal temel hissediyorum. Jaga Jazzist mi verdi hepimize bu iksiri?

Aslında hayır. Jaga Jazzist'i ilk keşfettiğimde bayıldım ama pek de şaşırmadım ben. Hep kafamın içinde dönen şeyler gibiydi, başkaları tarafından dillendirilmiş. Tabii ki çok iyi geldi öyle bir şeyin varlığı. Beni Norveç kasabalısı gibi hissetmeye iten ilk isim Arve Henriksen'dir aslında. Trompetçiler de davulcular gibi olaya ilkel yaklaşanlardan. Davulcular kadar vardır beni etkileyen trompetçiler de. Mesela Miles!

Whiplash’i izlemiş olduğunu tahmin ediyorum. Bir davulcu olarak, görüşlerini merak ediyorum. 

Motorsiklet yarışı izlemek gibiydi biraz Whiplash benim için. Tutkuyu işliyor olması iyiydi elbet ama biraz abartılmış buldum. Müzik hayattan bu denli ayrı bir şey değil çünkü aslında. 

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik


Yazar Hakkında