NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

“İnsafın o yerde namı yok mu?”

-Aç kilit. –Açmam kilit. –Kilit nerde? – Suya düştü.
-Su nerde?  -İnek içti. –İnek nerde? –Dağa kaçtı?
-Dağ nerde?
–Yandı bitti kül oldu.

Yeryüzünün pek çok yerinde, bir çok ülkede yüreğimizi yakan olaylar olur. Gazetede okur, televizyonda görürüz. Acıyı tenimizde hissederiz. Gece rüyalarımıza girer, kabus olur. Sonra sileriz aklımızdan. İzi, tortusu kalır içimizde. Denizde yüzlerce insan boğulur, yok olur. Bir karanlık sokakta bir polis bir insanı öldürür bir kurşunla -ya da döverek. Zulmü gözümüzle görür, kahrolur ve... unuturuz.

Duygusuzluğumuzdan, duyarsızlığımızdan, vicdansızlığımızdan değil. Korkudan ve çaresizlikten. Korkumuzdan ve çaresizliğimizden. O görüntüyü, o bilgiyi aklımızda tutmaktan korkarız, çünkü o zaman bir şey yapmak gerekir. Ve çünkü biliriz ve hissederiz ki, elimizden bir şey gelmez. Ve çünkü olanlar uzaklardadır. Ve o uzaklar çok uzaklardadır.

Dönüp tüm bu olanlar, bu acı, bu zulüm yakınlarımıza, yakınımıza gelince ne olur?

Çarşıya ekmek almaya giden bir çocuk kurşunlanınca, bir genç dövülerek linç edilince, gencecik insanlar bir hiç uğruna can verince, binalar yakılınca, insanlar duygusuzca, insafsızca katliama uğrayınca, kapılar işaretlenir, insanlar kaybolursa... ve bütün bunlar bizim yanıbaşımızda, tanıdığımız, bildiğimiz, tanımasak bilmesek de bizim gibi insanlara bizim gibi insanlar tarafından yapılınca ne olur?

Bugün bunu yaşıyoruz. Ve ateş adım adım tüm ormanı sarıyor.

Birisi, “Tıpkı Gazze gibi abluka altındayız,” dedi. Cizre için. Koro halinde itiraz ettiler, “Ne ilgisi var, Cizre Gazze değil!” 

Cizre gerçekten de Gazze değil.

Gazze’yi, o zaman Başbakan, şimdi cumhurun seçilmiş reisi Cumhurbaşkanımız Erdoğan’ın parmağını sallayarak ve “Siz çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz,” diyerek işaret ettiği İsrail abluka altında tutuyor.

Cizre Gazze değil. 

Cizre’yi ablukaya alan da İsrail değil. Mısır değil. Suriye değil. İran değil. Amerika değil.

Cizre kendi ülkesinin silahlı güçlerinin ablukası altında kaldı. Sekiz gün. Bir düşünün: Su yok. Elektrik yok. Ekmek yok. Sokağa çıkmak yasak. Hastalara ilaç, ölenlere mezar yasak. Sesi kesilmiş, çığlığı boğazında düğümlü, namlunun hedefinde bir şehir.

Cizre Gazze mi? Cizre Gazze’ye benziyor mu?

Her bakımdan, her yönden daha beter ama, sırf  “Ne ilgisi var, Gazze değil!” diyenlere soralım.

Peki, ne? Neresi Cizre? Oradakiler Filistinli değil, tamam, oradakiler Kürt, peki. Benzemezlik neyi gösterir? Oradakiler Kürtse yapılan mübah mı? Yapılanı, zulmü haklı mı kılar? Yapılanı, zulmü böyle mi açıklarsınız? 

Cizre hem Gazze gibi albuka altında, hem ev ev, sokak sokak bir zindan. Askeri cuntanın gece için koyduğu yasaklar gibi de değil, gün kararınca başlayıp tan ağarınca bitmiyor. Bütün gün. 24 saat.  Ve arkası geliyor, Cizre’ye olan Sur’a, Silvan’a, sonra Lice’ye, Yüksekova’ya, sonra gene Cizre’ye oluyor... Bu zulüm, bu hınç, bu düşmanlık nedir, neyin eseridir? Gittiği yer, gideceği yer nedir, neresidir?

Bu satırları okuyan sizler, biliyorum, siz de kaygı içindesiniz. 

Cizre’nin nüfusu 120.000. Yüzyirmibin insan, erkeği kadını çocuğu yaşlısı, 8 gün, SEKİZ GÜN, evlerinden çıkarılmadı. 

Kendimizi bir benzer duruma koyalım. 8 gün susuz elektriksiz, unsuz ekmeksiz, çoluk çocuk evlerimizde mahpusuz. Sokağa çıkmak yasak. Hastaya ilaç, ölene mezar yasak.

Bu uzaklarda değil, bizim kendi ülkemizde oluyor. “Ama onlar Kürt!” Evet doğru, Kürtlere oluyor.

***

Sosyalist öğreti, örgütlü halk yenilmez, der.

Mevhum-u muhalifi nedir? 

Örgütlen(e)meyen halk yenilir...

İlk bakışta örgütlüyüz. Göstermelik demokrasi, göstermelik seçimler, göstermelik partiler, göstermelik işçi sendikaları, göstermelik sivil toplum kuruluşları, dernekler, cemiyetler. Ağzını açıp “Yeter!” diyen yok! Bu mu örgütlenme, bu mu örgütlü halk? 

***

Manzaraya -yeniden- bakalım.

120.000 insan bir şehirde kuşatılmış. Giriş-çıkış yasak. İnsanların sokağa çıkması da yasak.  8 gün. Tam sekiz gün.

Ülkede, toplumda çıt çıkmıyor.

Milyonlarca insan sokaklara dökülüp “BU OLAMAZ! YAPAMAZSINIZ!” demiyor.

Ama bir “Biz kardeşiz, Çanakkale’de birlikte savaştık,” teranesi sürüyor.

Ülke çöküşte.

Ülke iş savaşın hemen kıyısında.

Ekonomi gitti gidiyor.

Zifiri bir karanlık öylesine sarmış ki üstümüzü, elini uzatsan tutabilirsin.

Herkes, ama herkes diken üstünde.

Bir tek onlar, puta tapanlar, “Bir günün beyliği beylik,” diyenler tapmaya, tapınmaya devam ediyorlar. 

Bundan büyük zulmet olmaz, demeyin. Görünen o ki, zifiri karanlık her an daha kararıyor, daha koyulaşıyor.

Bir ara verelim.

Başlıca iki tür demokrasi var. Bir demokratik demokrasi. Bir de ülkesine göre demokrasi.

O nedenle ben son zamanlarda Demokrasi Türkiyesi diyemiyorum, Türkiye Demokrasisi diyorum.

Burada hakim olan haklar ve özgürlükler değil, sandık. Sandık da iki türlü: Makbul sonuç veren sandık [MS(+)VS], makbul sonuç vermeyen sandık [MS(-)VS]. 

Bu yeni değil. Türkiye Demokrasisi icat edildiğinden beri böyle. Ama De-Mok-Ra-Si

sözü dilden düşmez.

Hele o “Hepimiz kardeşiz!” teranesi yok mu, deli ediyor beni. Kardeşseniz, oradaki kardeşinizse, ne duruyorsunuz? Batı’da, ellerinde bayraklarla sokaklara koşanlar! Cizre’de olan madem kardeşinize oluyor, gene kapın bayrakları, bunu yapanlara kırmızı kart gösterin. Düşün yollara, binler onbinlerle, Ankara’dan, Trabzon’dan, Erzurum’dan, Kocaeli’den, İzmir’den, Adana’dan... Kardeşlerinize sahip çıkın, onların yanında olun. Bunun için Mavi Marmara gemisine de gerek yok; plakası nedeniyle taşladığınız otobüslere doluşun, gidin; Cizre’yi, Sur’u, Silvan’ı, Lice’yi, Yüksekova’yı ablukaya alanları siz kuşatın. Ellerinizde güvercinlerle barış isteyin. Barış talep edin. Barışta ısrar edin.

Kardeşlik böyle olur. Çözüm de böyle gelir. Çözümün kilidi de anahtarı da budur.

Yoksa orman yanar, dağ yanar, ülke yanar, yanar biter kül olur! 

Bize de, “Lir’i kim çalıyor?” diye Neron aramak kalır.