Dinkjianla hasrete yolculuk

Onnik Dinkjian’ın oğlu Ara Dinkjian’la birlikte 24 Ekim Cumartesi akşamı Şişli Kent Kültür Merkezi’nde verdiği konserin ardından Silva Özyerli, kendisi gibi Diyarbakırlı olan müzisyenin şarkılarıyla çıktığı yolculuğu anlattı.

Hepimizin hayatı biricik ve kendine özeldir. Ama bazen öyle benzer hikâyelerimiz olur ki, bir sarmalın ekseninde savrulurken birbirine değer, dokunur ve benzeşir.  Dünyanın bir ucunda yaşıyor olmamız bizi birbirimizden uzaklaştırmadığı gibi, aksine yaklaştırır. Kaybedilmiş bir yakının, bir akrabanın yıllar sonra bulunması sevincinin paylaşılmasında olduğu gibi, Onnik Dinkjian’ın yorumuyla ‘garod’un, yani hasret ve özlemin acı duygudaşlığında da buluşturur. 

Onnik Dinkjian ile Diyarbakırlı olmamızın dışında ortak noktamız, analarımızın adının ‘Zora’ olması; aynı zamanda her iki Zora’nın da seslerinin güzelliği ve yanıklığı… Ama en büyük ortak noktalarımızdan biri, rahmetli analarımızın memleket hasretiyle oluşturdukları yükü, küçücük bedenlerinin ayrılmaz bir parça gibi taşıdıkları ‘kambur’ları sanırım. Geride bıraktıkları, taşınması, eşit pay edilmesi zor bir mirasın, hasretin ve özlemin büyüklüğü belki de. 

1929 yılında Paris’te doğan Onnik Dinkjian için Dikranagerd yani Diyarbakır, çocuk kulaklarını dolduran masaldır, ninnidir; bazen bir ‘ağıt’ın ezgisi, bazen de hasretin ta kendisidir. Oysa benim, yerel ağız ile söyleyecek olursam küçe küçe yani sokak sokak dolaştığım, büyüyerek çoğaldığım,  yaşadığım şehirdir.  

Diyarbakır hamamlarında

Onnik Dinkjian sahneye çıkar, hiç yaşamadığı, görmediği bir şehrin ezgilerini, hiç kimseyle konuşamadığı Diyarbakır Ermenicesi ile söyler ve büyür, adeta devleşir sahnede. Bense o şehirde yaşamış olmanın utancı ile baş başa kalır, küçülürüm. Kimyam  bozulur nedense. Duygularım karışır. Bedenim ve  ruhum birbirinden ayrışır. Gözlerim, kulaklarım, ellerim benim olmaktan çıkar; birbirinden bağımsız, kontrolsüz hareket ederler artık. Her bir uzvum başka bir duygunun  esiri olmuşçasına davranır o anda. Ellerim tempo tutarken, gözlerim yaşını tutamaz. Bedenim koltuğa gömülürken, ruhum ise ezgilerin, anıların, yaşanmışlıkların eşliğinde hasrete yolculuğa çıkar. Kapı kapı, sokak sokak, mekân mekân dolaşır.

Onnik Dinkjian hamam türküsü olan ‘Vay Babo’yu söyler, ben hamam yolculuğuna çıkarım o anda. Bir zamanlar mahalleden mahalleye adı değişen hamamlara… En çok da ‘Paşa Hamamı’na giderim. O, Diyarbakır Ermenicesiyle ‘Şıpt or pağniki or e’ yani ‘Cumartesi hamam günüdür’ der, alır beni, iğne atsan yere düşmez hamamın kalabalığında, orta yerinde yapayalnız bırakır. Çocuk kulaklarımda kalan sesler bir bir geri gelir. Hamamın buharıyla birlikte kubbelerini delen uğultular, bağırış ve çağırışlar peşpeşe dökülür:  “Biz bu ‘xaçolar’la (haça tapanlar), gâvurlarla aynı kurnadan yıkanmayız. Haramdırlar!” O, Ermeni bakır ustalarının tokmak tokmak vurarak can verdiği, ilmek ilmek işlediği hamam tasları ve takunyalar birer silaha dönüşür!  Haram da, şiddet de bulaşıcı olmuş, hamamın sularıyla birlikte akmıştır artık. Çoğalmıştır ne yazık ki… Ve hamamın sahibi kavganın ortasında yetişir, devreye girer: “Cumartesi günleri Hristiyanların hamam günüdür, bir kurnada, birlikte yıkanamıyorsanız Allah’ın gününe kıran mı girmiş? Siz de başka bir gün gelin” diyerek ortalığı yatıştırır. Hamam tasları ve takunyalar da asli görevlerine döner böylece. Biz gâvurluğumuz ve haramlığımızla başbaşa ‘çıplak’ kalırız…!

Kurumuş toprağa düşen türküler

Onnik Dinkjian düğün türküsünü ‘Pesan Tıraş Mın Ennink’ yani ‘Damadı Tıraş Edelim’i söylemeye başlar, ben yine giderim bir yerlere. Bazen toprak damlardan sarkan insan kalabalıkları arasında kaybolurum. Bazen de düğün sahibinin ta kendisi olurum. Surp Giragos Kilisesi’nin avlusunda  rahmetli abimin damat tıraşında bulunurum.  Cümbüşün tellerinde, tiz sesinde asılı kalır bedenim. Darbukanın kurumuş, gerilmiş derisine dönerim bir anda. Tokat tokat, ritim ritim vurulurum, kıvraklıkla… Bazen bir bakır kına tepsisine dönerim. Bazen de söner  mumlarım elden ele dolaşırken. Karanlıkta kalırım ürkek ve tedirgin. Kınanın kızıllığında kaybolur renklerimin bütünlüğü. Dağılır gider… Bir çaput parçası olurum khırçik, khırçik parçalanmış patiskaların yırtıklığında. Paramparça. Bez bağlanmış kınalı avuçlarımı açarım aniden. Kurumuş, kararmış kan lekesi tonunu görürüm kırmızının kızıllığında. Yok olurum. Görünmezliğe bürünür bedenim aniden.  

Onnik Dinkjian ‘Mamis’ yani ‘Annem’ türküsüne ses verir, ezgiler ağıt olur o anda. Kurumuş toprağa düşer, rahmet olurum tüm ‘Zoralara, Marilere, Arşaluyslara…’

Gül ve kahvenin kokusunda

Onnik Dinkjian ‘Eys Kişer Hampartsum e’ yani ‘Bu Gece Hampartsumdur’ türküsünü söyler, benim burnuma gül kokuları gelir taa Gazi Köşkü’nden…  Bazalt taşlı evlerin dibeklerinde dövülen henüz kavrulmuş kahve kokusu yayarım, taptaze, sımsıcak. Topraktan yeni fışkıran gelincik tarlasına döner, papatya bahçesi  olurum bazen. Yeniden  doğar, baharı müjdelerim. Tek tek yolunan beyaz yapraklarda fala dönüşür aniden sorarım kendime:  ‘Seviyor mu, sevmiyor mu?’ diye.

Onnik Dinkjian ‘Diyarbekir’i Hokin’ yani ‘Diyarbekir’in Ruhu’nu mırıldamaya başlar, ben susar, donar, kalırım öylece... Bilirim Diyarbakır Surları’nın bir diğer adının ‘Diyarbakır Bedenleri’ olduğunu. Beden ve ruh bütünlüğüm bozulur, yoksunlaşır, yalnızlaşırım çünkü. Birden bir çığlık sesi  yüksesilir yüreğimin derinliklerinden ‘Artık taşlar kurşunlanıyor!..’ diye bağırırım.  Kahrolurum, canım acır…

Yanımda, yanı başımda oturduğunu unuttuğum kızımın öpücüğü konar ıslak yanaklarıma, aniden:  “Ellerin ritme eşlik ederken gözünden yaşlar nasıl akıyor mama?” diye merakla sorar. Ardından, “Ağlama. Ne olursun, ağlama mama!” diye yalvarır.

Boyut değiştirmiş, kontrolünü kaybetmiş bütün organlarım usul usul bir araya gelir, yerli yerine yerleşir, sessizce. Kelimeler dizisi  dökülür dudaklarımdan, boydan boya serili kırmızı halının üzerine dağılır.

“Ben, size ‘oy’ vereyim, siz çocukluğumun Diyarbakır’ını verin bana…” olur. 

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik



Yazar Hakkında