“İçinde yaşadığımız karanlık, kalemimize sirayet ediyor”

Dünya prömiyerini Berlin Film Festivali’nde yapan, Türkiye prömiyeri ise İstanbul Film Festivali’ndeki sansür krizi nedeniyle ertelenen ‘Nefesim Kesilene Kadar’ sonunda vizyonda. Emine Emel Balcı’nın ilk uzun metrajlı filminde, Esme Madra’nın canlandırdığı tekstil işçisi Serap’ın peşinden sürükleniyor, yaşadığı çıkmazlara yakından şahit oluyoruz. Balcı ve Madra’yla bir araya gelerek, bu ‘kadın filmi’nin beslendiği damarlar, yeni Türkiye sinemasının biçimsel ve sektörel olarak içine düştüğü zorluklar üzerine konuştuk.

Çekimler başlamadan önceki hazırlık süreci altı ay kadar sürdü. Neden bu kadar uzun bir hazırlık süreci oldu? 

Emine Emel Balcı: Film yapmak zaten beklemek demek, hele ilk filmi yapmak kolay değil, sabırla sınanıp duruyorsun. Sadece Serap karakteri için değil, bütün karakterler için uzun süre çalıştık, ama Serap filmin sürükleyiciliğini omuzlarında taşıyor. Ne kadar çok prova yapıp kurcalarsak yanlışları o kadar azaltırız diye düşündük. Bir de yazarken çok inanıyorsunuz karaktere; başka birine dönüşecek olması ihtimali bir yandan da korkutucu, ciddi bir ikna sürecinden geçmek gerek.

Serap yoğun duyguları ve tepkileri olan bir karakter. Kendi içinde gerginlikleri var, tepkilerini beklenmedik yollarla gösteriyor. Bu karakteri canlandırırken nasıl bir sorumluluk yüklendin?

Esme Madra: Filmin ‘başrol’ oyuncusu olunca bir sorumluluk hissi geliyor insana. Ama çok uzun süre prova yaptığımızdan, o sorumluluk hissi dağıldı. Mevzunun o kadar içine girmiştim ki o sorumluluğu hissetmiyordum. Artık Serap’la rahattım. Çekim esnasında “Bu sahnede ne yapacağım?” gibi sorularım hiç olmadı.

E.E.B: Oyuncu, karakter ve senaryo üzerine düşünmeye niyetliyse, uzun prova sürecinden sonra, oynadığını ister istemez unutuyor. Karakteri oynamıyor, o oluyor.

Filmin çekimleri nerede yapıldı?

E.E.B.: Bağcılar ve Bayrampaşa’da. İç mekân sahneleri için, eskiden tekstil atölyesi olarak kullanılan, boş bir mekânı dönüştürdük. Hatta orada üretim bile yaptık, çıkan ürünleri bir yerlere bağışladık. Filmde arkaplanda çalışan kadınları, geçmişte atölyede çalışmış olan ve makineyi bilenler arasından seçmeye çalıştık. Esme de, diğer oyuncular da ortacılık işinin ve konfeksiyonun detaylarını öğrendi.

“Kadın-erkek arasında zaten sınıfsal bir ayrım var”

Filmin yönetmeni bir kadın olunca ve bir kadın hikâyesi anlatınca, ortaya çıkan proje ‘kadın filmi’ olarak görülüyor. Ama bu, sınıfsal dertleri de ağır basan bir film. Siz anlatıyı nasıl oluşturdunuz?

E.E.B.: Film pek çok şeyden bahsediyor; toplumsal cinsiyetten, iyilik kötülük meselesinin kayganlığından, genç bir kadın olmaktan, bir arzu nesnesi olmak ile olmamak arasındaki çatışmadan... Ama benim en büyük dertlerimden biri, kadın vurgusunu öne çıkarmaktı. ‘Kadın filmi’, meseleye gerçekten cinsiyetçi yaklaşılıp yaklaşılmadığını yeterince sorgulama imkânı vermediği için kolaycı ve bazen de kısıtlayıcı bir tanım; sizi bir yerlere hapsediyor. Sınıfsal mesele de elbette filmin dünyasını etkileyen bir dinamikti ama salt işçi sınıfına dair bir film yapma niyetinde değildim. Zaten toplumda kadın ile erkek arasında da sınıfsal bir ayrım var. İşçi sınıfına dayatılan eşitsizlikle, acımasızlıkla eş bir çıkmaz ve aşağılanma dayatılıyor kadına da.

E.M.: Böyle sorular geldiğinde bu meseleye hiç dışarıdan bakamadığımı fark ediyorum. Oynamak için kavramları düşünmemen gerekiyor. Benim için sadece Serap diye bir karakter vardı ve ben onun kafasının içiyle, hareketleriyle ilgiliydim. Babasıyla ilişkisi, atölyedeki konumu, sevdiği çocuk, endişeleri gibi şeyleri düşünüyordum. Bu filmi herhangi bir film gibi izleyebilecek miyim bilmiyorum.

 “Esas kötülük, Serap’ı iyilik-kötülük ekseninde yargılamak”

Filmle ilgili eleştirilerde ve sizinle yapılan söyleşilerdeki sorularda ‘kötülük’ meselesi öne çıkıyor. Serap’ın yaptıklarının salt iyilik- kötülük ekseninde değerlendirilmesi hakkında ne düşünüyorsunuz?

E.B.B.: Bence filmden sonra Serap’ı sadece iyilik-kötülük ekseninde değerlendirmek, belirli kodlarla yoğrulmuş olmamızdan kaynaklanıyor. Bir kadın kötücül olduğu zaman, bu durum hemen ahlaki zemine yerleştirilebiliyor. Erkek içinse zihinlerde bu kadar net bir ayrım yok. Erkeğin iç çatışmaları insanî özelliklerle açıklanabilirken, kadının reddedişi içindeki kötü tohumu dışarıya çıkarma gibi algılanıyor. Belki de esas kötülük bu algı. Film iyilik ile kötülük arasındaki zeminin çok kaygan olduğunu, bunların sürekli olarak birbiriyle yer değiştirebildiğini söylüyor; oturmuş yargıları tersyüz etmeye çalışıyor. Bu yüzden kötülüğü sadece Serap üzerinden değil, bütün karakterleri kapsayarak konuşmak daha sağlıklı.

E.M.: Ben bu soruları ilk duymaya başladığımda o kadar şaşırmıştım ki... Öncesinde, bir kere bile “Kız kötülük mü yapıyor, yoksa iyilik mi?” diye düşünmemiştim. Kızın yaptıklarını, sadece, olup bitenlere verdiği tepkiler olarak görüyordum. Yaşadıklarının zorluğu bir kenara itilerek Serap’ın kötülük yaptığı söylenebiliyor, çevresinde olan her şeyin nedeni oymuş gibi...

Türkiye’de, özellikle bağımsız filmlerde ‘çıkışsızlık’ teması gittikçe daha sık çıkıyor karşımıza. ‘Nefesim Kesilene Kadar’da da böyle bir durum olduğu söylenebilir. Son dönem filmlerinin karamsarlığı hakkında ne düşünüyorsunuz?

E.E.B.: Her gün bu ülkede olup bitenlere, psikolojik ve sosyolojik tacizlere maruz kalıyoruz, sırtımızda bunun yüküyle dolaşıyoruz. Bir karanlığın içinde el yordamıyla yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Filmde görülenler, bu ülkenin koyu bir izdüşümü. Herhalde hepimiz bu karanlıktan birazcık pay alıyoruz, bu durum yazarken de kalemimize sirayet ediyor. Ama doğru, özellikle bizim kuşağımızda karamsar bir hava var.

E.M.: Bir de, ülkede ya da dünyada yaşananlar dışında, bireysel bir hissiyata sahip olamama durumu var. “Kendi iç dünyamdan bir şeyler çıkaracağım” minvalinde bir lükse sahip değiliz sanki...

E.E.B.: Evet, bireysel bir üretim biraz ayıp karşılanmaya başladı. Birtakım hikâyeleri “Topluma dair büyük sözler söylemeliyiz” duygusuyla da inşa ediyoruz belki. Bunun, sinematografik ölçütleri olumsuz etkileyebileceği bir gerçek. Bu durum beraberinde aynılaşmayı getiriyor. Fakat kişisel olarak da toplumun dertlerinden azat olamıyoruz.

E.M.: İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra absürt tiyatro ortaya çıkmış mesela. Bir yanıyla karanlık olsa da, diğer yanıyla çok absürt. Bu, bir noktadan sonra başka bir biçim alabilir gibi geliyor bana. Daha doğrusu, öyle olmasını umuyorum. 

“Festivaller özgürleşirse sinema da özgürleşir”

Filminizin Türkiye prömiyerinin yapılacağı İstanbul Film Festivali’nde ‘Bakur’ belgeseli sansürlenmiş, bunun üzerine bütün filmler gösterimden çekilmişti. Sansür ve tescil belgesi tartışmaları farklı festivallerde hâlâ devam ediyor. Gidişatı nasıl yorumluyorsunuz?

E.E.B: Orada da bir çıkmaz var, ve çok daha tehlikeli. Üretimi sıfırlayabilecek bir mesele söz konusu. Sansürden, baskıdan, sınıflandırmalardan, nefes alma alanı kalmıyor. Bu durumun içinden ancak olayların unutulmasına izin vermeden, tartışarak çıkabiliriz. Çıkamazsak da kendi aramızda çekeceğiz filmleri, birtakım küçük zümrelerin arkadaş çevrelerinin izleyeceği projeler olacak. Bu sene de biraz öyle oldu aslında; filmler çok çabuk tüketildi. Filmin izleyiciyle buluşması ancak vizyonla mümkün olabiliyor. Vizyon süreci de, bizim gibi bağımsız filmler için çok hastalıklı bir süreç.

Siz yedi kopyayla çıktınız sanırım...

E.E.B: Evet, yalnızca ‘Başka Sinema’ bünyesinde yedi salon. O da zamanla azalacak, çünkü sırada bekleyen bir sürü bağımsız film var.

E.M.: Festivallerin de çıkış noktalarını hatırlayıp, kendi kararlarını verebilmesi lazım. Festival yapmak zor ama bu inisiyatifi kullanabilen yerlerin olduğunu da biliyoruz.

E.E.B.: Festivaller özgürleşirse sinema da özgürleşebilir. 

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema



Yazar Hakkında

1987 İstanbul doğumlu. Agos web sitesinin editörü; insan hakları, ifade özgürlüğü, çevre hareketleri, güncel politika ve yaşam haberleri yapıyor.