BERCUHİ BERBERYAN

Bercuhi Berberyan

KAPLUMBAĞA

Yukarıdakiler-Aşağıdakiler

Vaktiyle ‘Yukarıdakiler-Aşağıdakiler’ adlı bir dizi vardı, hatırladınız mı? Hani henüz televizyonlarımız renklenmemişken, ‘telesafirlik’ gibi bir kavram varken, izleyecek yüzlerce kanalımız yokken, yatma saatimiz geldiğinde her şey bitiyorken... Bir konağın en alt katında yaşayan hizmetçilerle, üst katlarda yaşayan zengin ve aristokrat bir İngiliz ailesinin hayatı anlatılırdı. Aşağıdakiler, yukarıdakilerin en doğal hakkı olan her türlü lüksü sağlamakla yükümlüydüler; karşılığında karınları doyar, güvenli bir ev ortamında yaşarlardı. Yukarıdakiler mücevherler içinde, altınlı gümüşlü eşyalar arasında, dantelli, ipekli giysilerle yaşar, kuştüyü yataklarda yatarken, aşağıdakiler uygun görülen üniformalar giyer, üç-beş kaba eşyalı, delik kadar odalarda, yalınkat yataklarda yatar, bazen, patronlarına elceğizleriyle pişirdikleri pahalı yemeklerden artanları tatma şansları olsa da genelde karavana yerlerdi. 

Bu aşağıdakiler, kendileri olmadan parmaklarını bile oynatamayan yukarıdakilerin her şeyini görür, izler, dertlerini, sıkıntılarını, mutluluklarını bilirlerdi. Yukarıdakiler ise, aşağıdakiler hakkında, onlar olmadan yaşayamadıkları halde, hiçbir şey bilmezlerdi; ne mutluluklarıyla ilgilenirlerdi, ne sıkıntılarıyla. Pek hoşumuza giderdi bu dizi o yıllarda. Gençtik daha, izlediğimiz filmlerin kahramanlarıyla özdeşleşiverme yaşlarındaydık. Ama bu dizide kendimizi yukarıdakilerin de yerinde hayal edemezdik, aşağıdakilerin de. Belki ortalarda hissettiğimizdendir, bilmem, kimseden yana olamazdık izlerken.

Yıllar geçtikçe, yaşımız ilerledikçe, farkına vardık ki tüm dünyada insanlık böyle ‘yukarıdakiler-aşağıdakiler’ şeklinde yaşarmış meğer. Yukarıdakilerin hiçbiri, en tepede oturup da şürekâlarının öyle ‘yukarıdaki’ olmalarını sağlayanlar dışında hiçbiri, aşağıda olanlarla ilgilenmiyor. O en tepedekiler de, aşağıdakileri ne kadar aşağıya iterlerse o kadar yukarıya çıkacaklarını bildiklerinden olmalı, bir kızıştırma, bir alevlendirme, bir yok etme çabası yüzünden zaman zaman biraz heyecan duyuyorlardır tahminimce, ama hepsi bu. Kaldı ki, o tür işleri fazlasıyla doyurdukları, dünyanın her yerinde bulunan uşaklarına yaptırıyorlardır. Genel prensip şu: Varsın batsın bu dünya, yok olsun zaten yok saydıklarım, yeter ki ben o tepelerdeki korunaklı fanusumda, lüks içinde yaşayayım. O lüksün boyunu tahayyül bile edemez o yok sayılanlar, zaten göremezler bile. Biz ortadakiler ise bir şekilde görürüz, duyarız, gözümüze sokulur, kıyaslarız kendi vasat hayatımızla. Biliriz, onların bir tabak yemeğinin bizim bir maaşımız kadar olduğunu. Sonra çöpe attıklarıyla kaç kişinin doyacağını düşünür, dertleniriz, hatta şükrederiz bazen, onlar kadar kötü durumda olmadığımıza.

Abartılı geldiyse size bu benzetmeler, uzaklara bakmayın, ülkemizdeki yukarıdakiler ve aşağıdakilere bakın. Yani? En basitinden, ülkenin batısı ile doğusu diyelim. Doğu’da kan gövdeyi götürürken, Batı’da ‘vur patlasın çal oynasın’ olmuyor mu çoğu zaman? Evinizde otururken, alın elinize uzaktan kumandanızı, önce bir haber kanalına bakın, sonra da bir magazin kanalına. Dünya zenginlerinin hayatını gösteren programları falan izlemenize de gerek yok. Bu kadarı bile ne tezat, değil mi? Ki o haber kanallarında da olanı biteni olduğu gibi görmek zaten mümkün değil. Ne kadarı gösteriliyorsa, siz onu en az beşle çarpın. Paniklemez misiniz? Duyduklarımız, sosyal paylaşım sitelerinde gördüklerimiz de cabası; özellikle de, sansürden kurtulanlar, dudak uçuklatır valla. Bizim gibiler, Doğu’ya kıyasla yukarıdakilerden sayılıyordur belki ama aslı pek öyle değil, biz Batı’nın orta katındayız, hem de bir basamakla hemen alt kata inecek seviyede. Üstelik hepimizin aklı ermiyor olan bitene. Korkuyoruz.

Nusaybin’de, Cizre’de, Silopi’de, Sur’da, Dargeçit’te kıyametler kopuyor ve daha da beteri gelecekmiş gibi tedbirler alınıyor. Doktorların izinleri kaldırılıyor, hastanelere ekstradan önlem talimatları veriliyor, öğretmenler hiçbir açıklama yapılmadan, sessizce evlerine gönderiliyor, asker ve emniyet güçleri artırılıyor. Neler oluyor? Bundan daha beter ne bekleniyor? Nereye varacak sonu? Ve sonsuz bir güvensizlik duygusu... Kime güveneceğiz? Evlerin pencerelerinden içeriye rastgele ateş açan, arama yaparken adam vuran, günden güne acımasızlaşan emniyet güçlerine mi? Fanusta yaşayanlara mı? Devlete mi?

Ah, ne yazık, bu yaşananlar şimdiki zamanlara sığmayacak. Biz gittikten sonra bile kim bilir daha kaç nesil ruhunda taşıyacak bu acıları. Belki de bazılarımızın aşina olduğu 100 yıllık acıdan da uzun sürecek etkisi. Ama sanırım o ‘yukarıdakiler’ hep yukarıda kalacaklar.